Sadece o olsaydı ve o olarak kalsaydı; hiç ümmeti olmasaydı, kendi varlığından başka mucizesi bulunmasaydı yine bize Rabbimizi tanıtan en canlı burhan olur; insanlar asırlar sonrasında bile O'nun izinden iz sürerek Allah'ı bulurlardı. O öylesine mücessem bir nurdu ki, O'nu görmemek ve bu görmemeyi ebedi sürdürmek mümkün değildi.
O öylesine mücessem bir iman idi ki, O'nun imanı öylesine kuşatıcıydı ki, O'nun olduğu yerde şirkin, küfrün, nifakın barınması mümkün değildi. Nitekim barınamadılar. "Hak geldi batıl yıkılıp gitti. Batıl yıkılıp gitmeye mahkûmdur." (İsra, 81)
Öylesine inanmıştı ki Rabbine, bu inanmışlık bütün ümmetine taksim edilseydi hepsine yeter ve O'nun imanından zerrece bir şey eksilmezdi. Bütün ümmetin imanı terazinin bir kefesine konulsa, diğer kefeye de O'nun imanı konulsaydı; O'nun imanı ağır basar ümmetin imanı Süreyya yıldızına yükselirdi.
Zaten, O'ndaki imandı ki, merkezden muhite intişar etmiş; bu imanla önce sahabe, sonra milyonlarca evliya, asfiya ve milyarlarca mümin şekillenmiş; O'nun imanının feyziyle, bereketiyle kıyamete kadar sürecek ümmet şeceresi yerin derinliklerine kök salmış, dalları budakları cihanı kuşatmıştı. "Bu din, üzerine güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır" buyurmuş öyle de olmuştu. Bir taraftan da ümmetine hedef göstermiş, bu dini cihanın dört bir yanına taşıyın, demişti.
O doğduğunda sadece o doğmadı, O'nunla birlikte zulmün, zulmetin, karanlığın, cehaletin ana rahminde hapsolmuş insanlık da doğdu. İnsanlık, gerçek insanlığı en tarif edilemez mükemmellikte O'nda gördü, O'nda yaşadı, O'nda buldu. "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştu, buyurduğu gibi de oldu. Güzel ahlakın bütün çeşitleri O'nda çiçek açtı, hem hale büründü hem de beyana döküldü.
Dünya güzeliydi; fakat iffetliydi, harama kaşını kaldırıp bakmaz, bakılmasını da yasaklardı. Cömertti, kendisinden istenilen ne olursa olsun verirdi; verebilecek durumda olmadığında da borçlanır yine isteyeni geri çevirmezdi. Öylesine cömertti ki, kalplerini İslam'a ısındırmak için (müellefe-i kulüp) verdikleri, bu cömertlik karşısında şaşkına dönmüş, böylesine cömert ancak peygamber olur, demişlerdi. Hayâ abidesiydi; istemediği, hoşlanmadığı bir durum hemen O'nun yüzüne akseder, yüzündeki ifade muhatabını uyarırdı. Cesurdu, harp meydanında daima ön safta vuruşurdu; Hz. Ali gibi şecaat abidesi zatlar bile, biz korktuğumuzda hemen O'nun yakınında dururduk, O'na yakın olmak dahi içimizdeki korkuyu giderirdi, derlerdi. Medine'de bir gürültü işitilmiş, acaba düşman mı hücum etti diye endişe duyulmuştu. Araştırmak için yola çıkanlar O'nun dönüşüyle karşılaştılar. Tek başına gitmiş, teftiş etmiş, korkulacak bir şey olmadığını görmüş ve geri dönmüştü. Ömrünün hiçbir anında, hiçbir meselede, tek kelime dahi yalan söylememiş, Emin sıfatıyla yâd edilmişti. Düşmanları bir taraftan O'nun emin olduğunu söyleyip diğer taraftan peygamberliğini yalanlarken bu tenakuzla aslında O'nu değil kendilerini yalanlamışlardı. Mütevazı idi. Evine gelen misafirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Bir gün O'nu şahsen tanımayan bir konuk geldi. O misafirlerine hizmet ediyordu. Seyyidiniz kim, diye sordu. "Kavmin seyyidi onlara hizmet edendir" buyurdu. Adildi. Adaletten ne pahasına olursa olsun ödün vermezdi, vermedi. Soylu bir kadının hırsızlık yapması sebebiyle cezanın tatbik edilmemesi için tavassut edenlere, celallenmiş, "Allah'a yemin ederim, kızım Fatıma dahi hırsızlık yapmış olsaydı, hiç düşünmeden O'nun elini dahi keserdim" buyurmuştu. Daha nice güzel ahlakının yanında o en mükemmel bir aile reisi, en mükemmel bir baba, en mükemmel bir dede, en mükemmel bir devlet reisi, en mükemmel bir komutan, en mükemmel bir hatip, beşeri müşkülleri anında çözüme kavuşturan en mükemmel bir dâhiydi.

100