Eskiler, devlet idaresini tarif ederken o meşhur "ilm-i siyaset" tabirini kullanırlardı; yani sadece yönetmek değil; bir ilim, bir denge, bir hassas terazi işi... Bugün Türkiye'nin önündeki masa, tam da böyle bir terazinin kefelerini andırıyor. Bir kefede haritaların yeniden çizildiği, sınırların zorlandığı o tekinsiz dış dünya; diğer kefede ise toplumun tahammül eşiğinin test edildiği iç dünya duruyor. Ve biz bugün, kaderin cilvesi olan bu iki "S" harfi arasında; sınırlar ve sinirler sarkaçında muazzam bir denge arayışındayız.
Dışarıya baktığımızda gördüğümüz manzara, bir diplomatik satrançtan ziyade, kuralları her an değişen bir kör dövüşüdür. Küresel sistemin çatırdadığı, ittifakların pamuk ipliğine bağlı olduğu bu hercümerc çağında, Türkiye'nin jeopolitik konumu, ona "tarafsız kalma" lüksünü bahşetmiyor. Sınırlarımızdaki ateş çemberi, sadece askeri bir tehdit değil, aynı zamanda medeniyet iddiamızın bir imtihan sahasıdır. Libya'dan Karabağ'a, Akdeniz'den Suriye'ye uzanan her cephede gösterilen irade, yarının tarih kitaplarında bir "varoluş mücadelesi" olarak yerini alacaktır. Bu coğrafyada siyaset, sadece İstanbul'un veya Ankara'nın değil; Gazze'nin, Şam'ın, Bağdat'ın da meselesidir. Çünkü bu topraklar, tarih boyunca emperyal heveslerin kırıldığı yerlerdir.
Lakin, dışarıda kılıcınızın ne kadar keskin olduğu, içeride bileğinizin ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır. İşte tam bu noktada, madalyonun diğer yüzü, yani "iç cephe" devreye giriyor. Bir devletin dış politikadaki caydırıcılığı, füzelerinin menzili kadar, milletinin "toplumsal mukavemeti" ile de ölçülür. Ekonomik dalgalanmaların ve gündelik hayatın zorluklarının gerdiği sinir uçları, en az sınır güvenliği kadar beka meselesidir. Mutfaktaki duman, devletin bacasındaki duman kadar mühimdir; zira biri haneyi ısıtır, diğeri devleti ayakta tutar.
Tarih, tozlu sayfaları arasından bize o kadim hakikati ihtar eder: Kaleler, dışarıdan gelen toplarla değil, içeriden düşen taşlarla yıkılır. Osmanlı'nın son demlerinde yaşananlar, sadece cephedeki mağlubiyetlerin değil, içerideki adalet ve liyakat sistemindeki yorgunluğun da bir neticesiydi. Bugün de benzer bir imtihandayız. Dışarıda emperyal heveslere karşı "dik durmak" ne kadar elzemse, içeride vatandaşın huzuruna ve adalet duygusuna dokunarak o "dik duruşun" toplumsal tabanını tahkim etmek de o denli hayatidir.
Önümüzdeki dönem, Türkiye için "gri alanların" bittiği bir dönem olacaktır. Belirsizlik lüksü, sadece tuzu kuruların hakkıdır; milletler ise ya netleşir ya dağılır. Ya içteki safları sıklaştırıp, sosyal refahı dış politikadaki iddialarımızın yakıtı haline getireceğiz; ya da içerdeki enerji kaybı, dışarıdaki manevra kabiliyetimizi kısıtlayan görünmez bir prangaya dönüşecek. Bu denklemde kritik husus şudur:

15