Sağır anlayış ve kör temas

Gözümün önüne eski bir meclis geliyor. Bir kış gecesi, bir bilgenin etrafı sarılmış. Yüzlerinde derin bir hürmet, ama daha çok bir mahcubiyet var. Dertleri, büyük bir üstadın kaleme aldığı, herkesin bildiği ama kimsenin tam anlayamadığı o meşhur eserdir. Olayın kutsiyeti ile metnin sanatsal ağırlığı arasında sıkışmışlardır. İtiraf ediyorlar: "Üstadın eseri o kadar ağır, o kadar sanatlı ki," diyorlar, "o derin acıyı hissedemiyor, metne tam olarak nüfuz edemiyoruz." Bu, bir "anlaşılma" krizidir. O yüce emanet, dilin zarafetine kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Şimdi o meclisten çıkıp, zamanın içinde hızla kayıyorum. Geçen yıllarda, kalabalık, gürültülü bir kentteyim. Şöhretli bir yazarın lüks dairesindeyim. Masasının üzerinde, göndereni belirsiz, kalınca bir mektup duruyor. Mektup, o meşhur, yakıcı feryatla başlar: "Sana, beni asla tanımamış olan sana." Bu, o eski meclisin derdinden daha farklı bir körlüğü yüzümüze çarpar. Buradaki trajedi "anlamamak" değil, "tanımamaktır." Mektubun yazarı, o "bilinmeyen kadın", o kayıtsız adam tarafından defalarca görülmüştür: Genç bir kız olarak, bir geceliğine zihnini ona armağan ederek ve yıllar sonra hayranlıkla süzdüğü çekici bir kadın olarak. Adam, o kadına defalarca bakmıştır; ancak bu bakışların hiçbiri "tanımaya" dönüşmemiştir. O adam için kadın, "akarsuyun zeminindeki bir taşın parıldaması" gibi bulanık, şekilsiz ve gelip geçici bir hatıradan ibaret kalmıştır.

Biri sağır anlayış, diğeri kör temas. O eski meclis, üstadın o yüce eserine "nüfuz edemediği" için acıyı hissedemez. O şöhretli yazar, yanı başında bir ömür tüketen o kadının ruhuna "nüfuz edemediği" için onun varlığından habersizdir. Ve bugün, bizler. Sürekli anlamsızlıkdan mana çıkartmaya, hızla kayan giden yüzlere, gürültülü başlıklara bakıyoruz. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar çok "görüyor" ve "duyuyoruz". Ancak o eski bahçeye giremeyen meclis gibi "anlamıyoruz"; o kayıtsız yazar gibi "tanımıyoruz".