Pazar akşamı en yorgun olanlar, en çok 'dinlenenler'dir. O fincanın dibinde, dilinize gelmeyen bir tortu birikir. Bu, yorgunluk değildir; altı günlük hızın, bitmeyen ekran akışının, zihne çarpan yüzlerce talebin bıraktığı bir kalıntıdır. Pazar bedeni dinlendirmek için değil, ruhu bu ağırlıktan arındırmak içindir.
Haftanın bütün o hareketliliğine panzehir ararız. Genellikle bunu daha fazla hareketin içinde, kalabalıkların arasında veya başka bir ekranın karşısında bulacağımızı sanırız. AVM'lerde dolaşırız, kafeler gezeriz, bir şeyler yapmaya çabalarız, mış gibi yaparız. Sanki durmak, hiçbir şey yapmamak suçmuş gibi. Oysa pazarın asıl yorgunluğu, tatil yapmak değil, dinlenmeye çalışmaktır. Hızın ilacı daha fazla hareket değil, durabilmektir. Gürültünün ilacı ise sessizlik; ama boş bir sessizlik değil, içi dolu bir sessizlik.
Geçen hafta bir sergi açılışındaydım. İlk on saniyede sessizce durdum, sonra fark ettim: elim telefonuma gidiyordu. Sanki o sessizlik dayanılmaz bir şeymiş gibi. Oysa sanatın durağan sessizliği, haftanın gürültüsünün getirdiği o tortunun tek temizleyicisidir. Ama biz o sessizliğe dayanamıyoruz.
Bu pazar, müziğin ritmine değil, bir resim tuvalinin sükûnetine sığınmayı denemeli. Bir müze duvarında asılı duran, sizden hiçbir şey talep etmeyen bir manzara resminin karşısına geçin. O tablonun tek bir beklentisi yoktur; ne bir yorum ister, ne de acil bir cevap. O, sadece durur.
İşte asıl zorluk da burada başlar: Bir tablonun karşısında durmak, ekranda üç bölüm mini dizi izlemekten daha yorucudur. Çünkü o tablo sizden bir şey talep etmez, ama siz kendinizden bir şey talep etmeye başlarsınız. "Ne hissediyorum Yeterince mi anlıyorum" Sanat sizi arındırmaz; sizi sorgular, sınar, bekletir. Bir fırça darbesinin içinde donmuş olan o an, altı günlük hızınızı yutarken karşılığında sizden bir bedel ister: Durmayı göze almak.

16