O kitaplar yalan söylüyor

Eski bir sahaf dükkânının loşluğunda, zamanın adeta bir kehribar içinde donup kaldığı o sırlı mekânlardan birinde, raflardaki ağırbaşlı ciltlerin arasında adeta bir isyan bayrağı gibi duran parlak kapaklı bir kitaba rastladım geçenlerde. Tozlu raflarda uyuklayan yüz yıllık bilgeliklerin yanında, onun vaadi hem küstah hem de moderndi. Kapağındaki yaldızlı harfler, yeni zaman kâhinlerinden birinin son fısıltısını taşıyordu: Sadece düşünerek kaderini yeniden yazabileceğin bir evrenin anahtarı. Ve o kitaplar, tam da bu noktada en parlak yalanlarını söylemeye başlar. Ne zaman tesadüfen keşfedilmiş gibi sunulan bir "sır" görsem, arkasında mahir bir pazarlamacının gölgesini ararım.

Bu tür kitapların vitrininde ne var Hep aynı melodi, farklı bir orkestrasyonla: "Başarıyı, bolluğu ve uyumu yöneten görünmez evrensel yasalar." Bu fikirler, "Çekim Yasası" gibi ambalajlarla ruhsal pazarımıza gireli çok oldu. Şimdiyse "Algı Yönetimi" veya "Duygusal Simya" gibi kulağa daha bilimsel, daha sofistike gelen isimlerle eski şarabı yeni şişelere dolduruyorlar. Amaç hep aynı: Kişinin, dışarıdaki acımasız ve katı gerçekliği, sadece içerideki düşünce ve duyguları ayarlayarak bükebileceğine olan sarsılmaz inancı inşa etmek. Ruhun karanlık bir gecede yolunu ararken karşılaştığı parlak bir ateşböceği gibi, bu vaat insanın en çaresiz anına ışık tutar.

Bu ışığın bu kadar cezbedici olmasının psikolojik bir zemini elbette var. Bir hedefe ulaşılabileceğine dair sarsılmaz bir inanç, insanın içindeki atıl duran motoru çalıştıran bir güçtür. Kendine güveni tazeler, zorluklar karşısında direncini artırır ve kişiyi o ilk adımı atmaya ikna eder. Zaten meselenin özü de budur: o ilk adımı attıran kıvılcımı çakmak. Bu öğretilerdeki olumlu düşünme ve hedef belirleme pratikleri, bu ilk ateşleme için gerekli enerjiyi pekâlâ sağlayabilir.

Ancak her sihrin bir bedeli, her parlak vaadin de görünmeyen bir faturası vardır. Madalyonun bu karanlık yüzünde, modern insanın en büyük trajedilerinden biri yatar. Eğer başarılarımızın mimarı tamamen pozitif düşüncelerimizse, başarısızlıklarımızın, hastalıklarımızın, iflaslarımızın ve hatta terk edilişlerimizin müsebbibi de o "yeterince iyi düşünemeyen" yine kendimiz mi oluyoruz Peki ya o gemi limana hiç varmazsa Fırtınanın suçlusu, yeterince "pozitif" düşünemeyen kaptanın kendisi mi olur Bu bakış açısı, insanın omuzlarındaki hayat yükünü hafifletmek yerine, ona bir de