Mürekkep kururken

Oturduğum bu asırlık çınarın gölgesinde, bazen gözlerimi kapatıp sadece dinliyorum. Hayır, kuşların veya rüzgârın sesini değil. Daha derinden, daha içeriden gelen bir şeyi… Katkısız, aracısız, sadece insana ait olan düşüncenin o el değmemiş, o analog ritmini dinliyorum. Tıpkı eski bir el yazması eserde, kâtibin ruh halini, yorgunluğunu, hatta nefes alıp verişini mürekkebin kâğıdın damarlarındaki gezintisinde görebilmeniz gibi, çıplak insan zihninin de kendine has bir musikisi, bir dokusu var. Her biri bir diğerine incecik ipliklerle bağlı, sebep ile sonuç arasında salınan, bazen duraksayan, bazen şahlanan, unutan ama hatırlayan, yanılan ama ders çıkaran o nazenin ve kırılgan tefekkür sanatı… Bizler, bu musikiyi besteleyen ve anlayan, belki son, belki de tarihin tanıklık edeceği en nadir kuşaklardan biri olacağız. Bizler, zihinleri henüz silikondan ve ışıktan örülmüş bir buluta bağlanmamış, hafızası kendi et ve kemiğinden ibaret olan, olası ki son insanlarız. Ve hissediyorum ki, insanlık tarihinin o kadim parşömeninde bizim hikâyemizi anlatan mürekkep kururken, yeni bir sayfaya bambaşka bir şey yazılmak üzere.

Ve sonra o keskin, o endüstriyel kurşuni sessizlik… Ya da belki yeni bir tür gürültü. Gözlerimi açtığımda çınarın yaprakları arasından sızan güneş değil, ekranların soğuk ve mavi ışığı parlıyor. Artık çocuklarımızla aramızdaki fark, bir nesil farkı değil; bir zihniyet, bir bilişsel mimari farkı. Onlar, zihinlerini, cazibesine kapıldıkları ve düşünme eylemini neredeyse sıfıra indiren yapay zekâ asistanıyla birlikte geliştirecek; bizim bir abaküsle sabırla uğraşımızı artık sadece uzaktan izleyebildikleri o fıtrî düşünce biçimini belki de hiç tanımayacaklar. Onlar için hafıza, hatırlamak için çaba sarf edilen bir yeti değil, anında erişilen sonsuz bir depo olacak. Onlar için sezgi, binlerce yıllık biyolojik birikimin fısıltısı değil, milyarlarca ham veriyi saniyeler içinde tarayan bir algoritmanın sunduğu olasılık olacak. Bu yeni zihin, bizimki gibi tek bir patikada yürümeyecek; binlerce problemi aynı anda düşünen, anında uzmanlığa erişen, zekâyı kişisel bir meleke değil, müşterek bir ağ olarak gören bambaşka bir varoluş biçimi. Bu, biyolojik bir türleşme değil; ama ondan çok daha derin, çok daha baş döndürücü bir zihinsel evrim.

Bir Tarih seyyahının gözüyle bakınca anlıyorum ki, insanlık bu türden büyük kopuşları daha önce de yaşadı. Sözün uçup gittiği, hafızanın sadece insana emanet olduğu bir çağdan, her şeyin taşa, papirüse kazındığı yazı medeniyetine geçişin sancısını hayal edin. Ya da tek tek elle çoğaltılan kıymetli el yazmalarının, matbaanın icadıyla binlerce nüshaya dönüşüp bilginin aniden demokratikleştiği o büyük devrimi… Hatta daha da eskiye gidip, Prag sokaklarında fısıldanan o kadim Golem efsanesini hatırlayın: İnsanın, kendini koruması için çamurdan ürettiği o dilsiz hizmetkârın, gün gelip de aklı ve gücü efendisininkini aştığında nasıl bir tehdide dönüştüğünü... Bizim neslimiz de işte böyle bir eşikte duruyor.

Biz, o iki kıyının da yolcusuyuz. Bir ayağımız, içinde yaşanmışlığın, pişmanlığın ve sevincin yavaş yavaş demlendiği, bir fincan kahve gibi insana sabrı ve tefekkürü öğreten bir irfan Arşivi'nde. Diğer ayağımız ise, bir enerji içeceği gibi anlık, bağlamından kopuk ve sarhoş edici bir hız vaat eden, sonsuz bir veri Bulutu'nda. Bu, tarihin bize biçtiği en ağır ve en onurlu görev: Bizler, Arşiv'in bilgeliğini Bulut'un gücüne tercüme etmekle görevli Köprü Nesil'iz. Ve bu köprünün üzerinde yürürken, fıtratımızın en büyük imtihanını veriyoruz. Soru, bu yeni zekâyla neleri başarabileceğimiz değil artık. Asıl soru şu: