Anadolu irfanının mayasında misafir, kimliğinden, inancından ve niyetinden azade, haneye bereket taşıyan bir elçi olarak görülür; kapıyı çalan her kim olursa olsun, ev sahibi en vakur yüzünü takınır, sofrasını kurar ve o kadim misafir bereketiyle gelir düsturunu şükürle yâd eder. Bugünlerde, Katolik Kilisesi'nin 267. lideri Papa 14. Leo'nun, 1700 yıl sonra İznik Konsili'nin toplandığı topraklara, göreve başladıktan sonraki ilk yurt dışı durağı olarak ayak basması da, zahirde diplomatik bir trafik gibi görünse de batınında bu kadim hakikati teyit eden bir seyir izliyor. Papa'nın gelişiyle birlikte İstanbul sokaklarına inen sükûnet, köşe başlarında dimdik duran polislerimiz ve tıkır tıkır işleyen o güvenlik çemberi, insana gayriihtiyari Allah razı olsun dedirtecek türden bir devlet nizamını, adeta bir misafir bereketi olarak şehrin üzerine örttü. Vatandaş, uzun zamandır hasret kaldığı o tam tekmil güvenliği, o müşfik ve kudretli devlet elini, bir misafir vesilesiyle de olsa iliklerine kadar hissetmenin huzurunu yaşadı.
Elbette arif olan için olaylar sadece gördüğünden ibaret değildir; zira feraset, görünenin ardındaki manayı okuyabilmektir. Papa Leo, Anıtkabir ziyaretinin ardından geçtiği Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde ve akabinde Millet Kütüphanesi'nde yaptığı konuşmada, selefinin "Parça parça bir Üçüncü Dünya Savaşı yaşanıyor" tespitini hatırlatarak "İnsanlığın geleceği bahis konusu, buna izin vermemeliyiz" uyarısında bulundu. Bu uyarı, İncil'deki "Bu ağıldan olmayan başka koyunlarım da var. Onları da getirmeliyim. Benim sesimi işitecekler ve tek sürü, tek çoban olacak" (Yuhanna 10:16) idealinin, yaklaşan küresel yangına karşı Batı'yı konsolide etme çabasının inanç temelli bir güç yansımasıydı. İznik'te suyun altında yatan o bazilika kalıntılarında Hristiyan birliğini tahkim etme gayreti, 30 Kasım'a kadar sürecek Türkiye temaslarının ardından Lübnan'a uzanacak olan o manevi hat, kuşkusuz Batı'nın kendi manevi krizine karşı geliştirdiği bir reçetedir.
Lakin devlet aklımız, bu teopolitik hamle karşısında ne komplekse kapıldı ne de hamasete sığındı; bilakis meseleyi "medeniyetler çatışması" tuzağından ustaca çekip, insanlığın asıl kanayan yarası olan küresel adalet zeminine taşıdı. Nitekim Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Beştepe'deki o hassas terazili makamda, Doğu Kudüs'ün tarihi kimliğine zarar verecek her türlü mütecaviz eyleme karşı duracağız çıkışıyla, barışın yolunun teolojik birleşmelerden ziyade, yeryüzünde adaletin tesisinden geçtiğini bir sufi dinginliğiyle ama devlet ciddiyetiyle hatırlattı. Dahası, 2002'den bu yana restore edilen 100'e yakın kilise ve manastırı, farklılıkları bir ayrışma unsuru değil zenginlik kaynağı olarak gördüğümüzün delili olarak sunması, özgüveni yüksek bir devletin manifestosuydu. İşte bu duruş, Kur'an-ı Kerim'in "De ki: Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim" (Âl-i İmrân 3:64) çağrısının diplomatik lisanla tercümesidir.
Bizim medeniyetimizde birlik dediğimiz şey, masalarda imzalanan metinlerden yahut konsillerde alınan kararlardan çok daha öte, gönülden gönüle kurulan bir köprüdür. Bunun en canlı şahidi de Papa ve devlet ricali Ankara'da yüksek diplomasiyi konuşurken, akşam saatlerinde Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın o ağır protokolü geride bırakıp, soluğu parkede, Türkiye ile Bosna Hersek'in basketbol maçında almasıydı. TBF Başkanı Hidayet Türkoğlu ile birlikte izlediği o maç, bir rekabetten ziyade etle tırnak olmanın destanıydı. Cumhurbaşkanı'nın o salondaki varlığı, Papa'nın kurumsal birlik arayışına karşı, bizim rabler edinmeyin ilkesiyle yoğrulmuş, ne çoban ne sürü olan, sadece ve sadece

16