Marazdan cevher üretmek

Her birimizin içinde, dışarıdan görünmeyen, gürültüsüz ve loş bir laboratuvar var. Bu, zihnimizin en derin mahzenidir; burada en tehlikeli zehirler damıtılır, en yakıcı asitler köpürür ve en oynak gazlar sürekli bir patlama tehdidiyle genleşir. Bizler, gündelik hayatın koşuşturması içinde bu mahzenin varlığını unutmaya çalışır, kapısını sıkı sıkıya mühürler ve içindeki sesleri bastırmak için dışarının gürültüsüne sığınırız. O mahzende biriken her maraz; adına kaygı dediğimiz o mide burkan sarsıntı, sıkıntı dediğimiz o ruhu uyuşturan küf kokusu, korku dediğimiz o bedeni buz kestiren gölge, eylemsizlik dediğimiz o iradeyi felç eden bataklık, bizim en büyük düşmanımızdır. Çapraz disiplinler arası bakış, bu düşmanlardan kurtulmak için bir ömür harcar; onları bastırır, görmezden gelir veya anlık hazlarla uyuşturur.

Peki ya asıl yanılgı, bu mahzeni bir zindan, içindekileri de birer düşman olarak görmemizse Ya o zehirler, aslında dönüştürülmeyi bekleyen en kıymetli iksirlerin ham maddesiyse Ya bizler, zihnimizin kurbanı değil de o mahzenin usta birer sanatkârı olma potansiyelini taşıyorsak Bu, aklın alışıldık rotasını tersine çeviren, cüretkâr bir düşüncedir: Psikolojik çöküş sandığımız şey, aslında yanlış hedefe kilitlenmiş bir güç patlamasıdır.

Sabahları sizi yatağa çivileyen o yoğun kaygı hissini düşünün. Kalbiniz bir savaş davulu gibi göğsünüzü döver, avuçlarınız terler, zihninizde binbir felaket senaryosu bir kasırga gibi döner. Bu, bozuk bir sistemin alarmı değil, bilakis en üst düzeyde hassasiyete ayarlanmış bir savunma mekanizmasının ta kendisidir. Vücudunuz ve zihniniz, adeta insanüstü bir teyakkuzla olası tüm tehditleri taramaktadır. Sorun enerjinin şiddetinde değil, hedefsizliğindedir. O an, o korkunç enerjiyi bastırmaya çalışmak yerine, bir sörfçünün devasa bir dalgayı yakalaması gibi onu yakalayıp en anlamlı işinize doğru sürebilirseniz ne olur İşte o an panik, keskin bir odaklanmaya; dehşet ise sarsılmaz bir kararlılığa dönüşür. O enerji ki doğru kanalize edildiğinde bir yatırımcı sunumunun en can alıcı cümlelerini yazdırır, bir sanatçının en cüretkâr fırça darbesini attırır.

Ya da o kemirgen can sıkıntısı… Ruhun, tekdüzelik içinde yavaş yavaş boğulurken attığı sessiz bir çığlıktır o. Çoğumuz bu çığlığı daha fazla içerik tüketerek, ekranlara gömülerek bastırmaya çalışırız. Bu, susuzluğunu tuzlu su içerek gidermeye çalışan bir kazazedenin trajedisidir. Hâlbuki sıkıntı, bir boşluk değil, zihnin yenilik ve mana için yalvarışıdır. Ona yeni bir oyuncak vermek yerine, elindeki eski oyuncaklardan birini almayı denediniz mi hiç Bir gün boyunca müzik dinlemeden, sadece şehrin ve bedeninizin sesini duyarak yaşamak. Bir gün boyunca sadece su içerek, tat alma duyunuzu dinlendirerek vakit geçirmek. Bu bilinçli mahrumiyetler, körelmiş duyuları yeniden biler ve dünyaya ilk kez bakıyormuşçasına bir merak ateşini alevlendirir. Sıkıntı, doğru okunduğunda, ruhun kendi kendine yaptığı bir murakabe çağrısıdır.

Karar anlarının o boğucu tereddüdü ise en büyük paradoksumuzdur. Bilgi eksikliğinden değil, yanlış yapma korkusunun doğruyu yapma fırsatından daha ağır basmasından donup kalırız. Oysa hayat, mükemmel kararların değil, atılmış adımların toplamıdır. Eylemsizliğin getireceği pişmanlığın, kusurlu bir eylemin yaratacağı hayal kırıklığından neredeyse her zaman daha ağır olduğunu fısıldar kadim bilgelik. Bazen en doğru