Sabahın ilk ışığı ormana düşmeden önce, toprağın altında bitmeyen bir konuşma vardır. Mikorizal ağlar, ağaç kökleriyle şekerini bilgiye, suyunu uyarıya çevirir. Bu haberleşme, internetten eski, lisansız ve derindir. Hiçbir sunucu çökmez. Sessizliğin lisanını bilenler, orada neler döndüğünü sezer.
Biz ise, ekranların aydınlattığı yüzeyde, dilimizi kaybettik. Kelimeleri değil, kelimelerin arkasındaki derinliği, o karanlık ve verimli anlam toprağını. Konuşuyoruz, ama kökümüzden kopuk cümleler kuruyoruz. Tıpkı, dalları kesilip saksıya dikilmiş bir fidan gibi; anlık, gösterişli, ama rüzgârda savrulmaya mahkûm.
Dijital pazarın bize sattığı en büyük yanılsama, hızdır. Her şey anında olsun isteriz. Tartışma, anında kızışsın ve tüketsin. Çözüm, anında gelsin ve sihirli değnek gibi işlesin. Bilgi, anında ulaşılsın ve özümsenmeden paylaşılsın. Bu anlıklık ekonomisi, bizi düşüncenin en kıymetli hammaddesinden eder: zamandan. Oysa gerçek anlam, hakiki uzlaşı ve kalıcı çözüm, zamanın tortulaştırdığı katmanlarda oluşur. Tıpkı permakültürde olduğu gibi: bir ormanı, bir yılda değil, yirmi yılda üretirsiniz. Sabır, en radikal stratejidir.
Bir rapor, iş dünyasında "stratejik düşünme"nin gerilediğini söylüyor. Şaşırmamak gerek. Strateji, kök işidir. Yüzeydeki yapraklara değil, toprağın altındaki haritaya odaklanmayı gerektirir. Bugün kurumlar ve toplumlar olarak yangın söndürme modunda, kökleri beslemeyi unutmuş haldeyiz. Her kriz, bizi bir adım daha yüzeyselleştiriyor.
Peki, burada durup sormak gerek: Bir ağaç, sadece dallarından mı ibarettir Gösterişli çiçekleri, gür yaprakları bizi aldatmasın. Onu ayakta tutan, fırtınaya direndiren, suyu ve minerali bulan, o görünmeyen ağdır. Toplumu ayakta tutan da öyle: görünmeyen bağlar, örtük anlaşmalar, paylaşılan hafıza ve kolektif sabırdır. Bunları ihmal etmenin faturası, kuraklık gibi ansızın çıkar karşımıza: güvensizlik, tahammülsüzlük, diyalogsuzluk.
Neyse ki, kökler her zaman oradadır. Sessizce bekler. Onlara dönmenin yolu, dilimizi yavaşlatmaktan geçer. Bir eski defteri karıştırmak gibi. Ahiler bilirdi bu defteri tutmasını. "Komşuya verilecek iki ölçek buğday" diye bir not düşülürdü kenarına. Altına tarih atılmazdı. Çünkü bu, anlık bir borç değil, nesiller boyu süren bir mütekabiliyet ritüeliydi. Bugünün dijital takvimleri her saniyemi planlıyor. Oysa o defterdeki not, zamana değil, ilişkiye kayıt düşmüştü. İşte kaybettiğimiz zamanın ruhu: İşlem hızı değil, insani vade.
Bu bir nostalji çağrısı değil, bir tasarım teklifidir.

18