Kırık aynalar salonundaki medeniyet

Pencerenin önündeki masamda, babamdan kalma o eski kurmalı saati tamir etmeye çalışırken buldum kendimi bu sabah. Minik çarklar, zemberekler, vidalar... Her biri bir diğeri olmadan anlamsız; hepsi birlikte ise zamanın o mucizevi ritmini yaratan bir kainat. Bir an duraksadım. Akrep bir türlü ilerlemiyordu. Sorun tek bir çarkta değildi; mekanizmanın ruhu yorulmuştu sanki. Yay geriliyor, çarklar dönüyor ama bir araya gelip o ahenkli "tık-tak" sesini bir türlü çıkaramıyorlardı. Her parça kendi başına doğru çalışıyor ama bütün, yanlışı gösteriyordu.

O an, masamın üzerindeki bu küçük, metal dünyadan başımı kaldırıp pencereden dışarıya, yani asıl dünyaya baktığımda, içimi bir ürperti kapladı. Bizim medeniyetimiz de bu bozuk saate benzemiyor muydu Her gün gazetelerde, ekranlarda ayrı bir krizin alarmı çalıyor: bir yanda kavrulan ormanlar, kuruyan nehirler; diğer yanda siyasetin zehirli diliyle birbirine düşman kesilmiş toplumlar. Bir köşede servet kulelerinin gölgesinde büyüyen yoksulluk, diğer köşede hakikatin bin parçaya bölündüğü, herkesin kendi kırık ayna parçasından kendi gerçeğine baktığı bir dijital çağın kakofonisi.

Sorun şu ki, bizler bu saatle uğraşan acemi bir tamirci gibiyiz. İklim için ayrı bir usta, ekonomi için ayrı, demokrasi için bambaşka bir usta çağırıyoruz. Her biri kendi uzmanlık alanındaki çarkı parlatıyor, yağlıyor ama kimse mekanizmanın bütünündeki o derin ahenksizliği, o ruh yorgunluğunu görmüyor. İşte buna, yani tüm bu krizlerin sadece bir arada yaşandığı bir "çoklu kriz" değil, hepsini aynı anda doğuran ve birbirine düğümleyen o altta yatan ana damar sorununa, sistem düşünürleri metakriz adını veriyor. Bu, parçaların toplamından daha büyük, her bir krizin diğerinin hem sebebi hem de sonucu olduğu bir varoluşsal buhrandır.

Zihnim, yetmişlerin o tozlu, Ege sıcağını taşıyan sinema perdesine gidiyor. Süreyya Duru'nun Kara Çarşaflı Gelin filmine... Hatırlarsınız, bir avuç su yüzünden bütün bir köy birbirine girer. Mesele basit bir su paylaşımı kavgası olarak başlar, sonra aileler arasında onur meselesine, ardından mahkemelere taşınan bir husumete ve nihayetinde kan davasına, yani toplumsal bir çöküşe dönüşür. Filmin sonunda kimse o suyu neden istediğini hatırlamaz bile; geriye sadece kör bir öfke ve parçalanmış bir topluluk kalır. O köyün trajedisi, aslında bizim gezegen ölçeğindeki hikayemizden başka bir şey değil. Basit bir kaynak sorunu, nasıl olur da bir medeniyeti kendi içinde bir kangrene dönüştürür İşte metakriz tam da budur.

Sonsuz büyüme hırsıyla gezegenin kaynaklarını tüketirken, aslında refahımızı borçlu olduğumuz o cömert toprağı zehirliyoruz. Sonra da zehirlenen toprağın artık bizi beslemediğinden şikayet ediyoruz. Bu, kendi kendini yiyip bitiren bir canavar. Aynı şekilde, bizi birbirimize bağlaması gereken teknoloji, bizi kendi yankı odalarımıza hapsederek ortak akıl zeminimizi yok ediyor. Herkesin kendi gerçeğine iman ettiği bu kırık aynalar salonunda, hangi ortak geleceği inşa edebiliriz ki Ve bu parçalanmışlık içinde derinleşen adaletsizlik, demokrasinin ruhunu oluşturan o "biz" duygusunu kemiriyor, toplumu birbirine güvenmeyen, öfkeli kalabalıklara dönüştürüyor.

Bu türden sorunlara, planlama teorisyenleri boşuna "kötü huylu problemler" (wicked problems) dememiş. Bunlar, çözdüğünüzü sandığınız anda yeni ve daha karmaşık sorunlar doğuran, tek bir doğru cevabı olmayan, her müdahalenin geri dönülmez sonuçlar yarattığı Gordion Düğümleri gibidir. Ve bu düğümü kılıçla kesemezsiniz; çünkü düğümün iplikleri, sistemin ta kendisidir.