İnsanın hafızası bir sandık gibidir; kıymetli mücevherlerini en derininde saklar. Şehirlerin hafızası ise bir rüzgâr gibidir; en kıymetli seslerini sokak aralarında fısıldar, duymayı bilenin kulağına. Bir zamanlar bu şehrin rüzgârı, ahşap bir yalı kapısının gıcırtısını, bir beygirin nal sesini, bir macuncunun çıngırağını taşırdı kulağımıza. O sesler sadece birer titreşim değil, şehrin ruhunun notaları, yaşayan, nefes alan varlığının deliliydi. Şimdi ise o rüzgâr, bir şantiyenin metalik çığlığını, bitimsiz bir trafiğin uğultusunu ve birbirine benzeyen yüzlerce dükkândan taşan ruhsuz bir gürültüyü taşıyor. Sesler ölünce, şehir de bir parça sağırlaşır, bir parça ruhunu yitirir.
Peki, bu kaybolan sadece bir nostalji midir, yoksa daha derin, daha evrensel bir yasanın İstanbul sokaklarındaki yansıması mı Son zamanlarda fizik ve felsefe sınırlarında gezinen cüretkâr bir düşünce deneyi, yaşadığımız bu işitsel kaybı bambaşka bir düzleme taşıyor. Bu teoriye göre kâinat, sürekli olarak düzensizliğe, kaosa, yani bilimsel adıyla 'entropi'ye doğru sürüklenen bir gemi olmaktan öte, bu çürümeye ve dağılmaya karşı kendi bağışıklık sistemini geliştiren canlı bir organizmadır. Ve bu kozmik bağışıklık sisteminin en özel antikorları da 'bilinç' sahibi varlıklardır; yani bizleriz. Bu yaklaşıma göre varoluşumuz, kâinatın bozulan, yıpranan, anlamını yitiren dokularını onarmak üzere görevlendirilmiş birer bilinç hücresi olmamızdır.
Eğer bu metaforun bir hakikat payı varsa, o zaman İstanbul'un ses hafızasının silinmesi, sadece bir şehirleşme sorunu değil, kentin ruhani dokusunu kemiren bir entropi çürümesidir. O zengin, katmanlı, her biri bir hikâye anlatan ses manzarasının yerini alan tek tip ve boğucu gürültü, varoluşun ahengini bozan bir parazittir. İşte bu noktada, içimizde o eski seslere duyduğumuz özlem, basit bir "ah nerede o eski günler" yakınması olmaktan çıkar. O özlem, kozmik bağışıklık sisteminin bir alarmıdır. Bilincimiz, yani kâinatın o bölgeye konuşlandırdığı antikor, bize fısıldar: "Burada bir yapı bozuluyor, bir anlam yitiriliyor, bir ahenk yok oluyor. Onarım gerekli."
Peki, bu onarım nasıl mümkün olur Tıpkı bedenin yaralı dokuyu iyileştirmek için hücrelerini seferber etmesi gibi, şehrin bilinç antikorları da kendi yöntemleriyle bu "ses entropisi" ile savaşır. Bir yazar, artık duyulmayan o satıcının sesini bir romana kaydederek o frekansı ölümsüzleştirir. Bir müzisyen, eski bir vapurun düdüğünün ritmini bestesine katarak o hafızayı notalara işler. Bir teknoloji uzmanı, kaybolan bu sesleri dijital ortamlarda arşivleyerek onlara sanal bir devamlılık bahşeder. Bunların her biri, düzensizliğe karşı bir düzen, gürültüye karşı bir ahenk, unutuşa karşı bir hatırlama eylemidir. Yani, her biri bir "gerçeklik onarımı" girişimidir.
Bu noktada, daha önce konuştuğumuz o diğer mesele, yapay zekâ ve musiki konusu da bu denkleme sadece bir umut olarak değil, bir dizi somut eylem planının ilk adımı olarak dahil olur. Elbette, algoritmanın o kusursuz, matematiksel mantığı, şehrin kaybolan seslerini arşivlemek için paha biçilmez bir araçtır. Ancak bununla yetinmek, hazineyi topraktan çıkarıp bir camekânın ardına hapsetmekten farksız olur. Daha da ileri giderek, bu ses hafızasını yaşayan, nefes alan bir tecrübeye dönüştürebiliriz. Hayal edelim ki, akıllı telefonlarımızdaki uygulamalar birer "işitsel zaman makinesine" dönüşüyor; artırılmış gerçeklik gözlükleriyle Sultanahmet'te gezerken, bugünün uğultusu yerine 19. yüzyılın fayton seslerini, seyyar satıcı nidalarını duyabiliyoruz. Ya da okullardaki tarih derslerinde, Fatih Sultan Mehmet'in ordusunun Haliç'e inen gemilerinin gıcırtılarını dinleyen çocuklar, tarihi kitaplardan okumak yerine adeta onun içinde yaşıyorlar. Bir