Hipokrat iki bin yıl sonra haklı çıktı

Yoğun geçen bir yazın ardından, teslim tarihleriyle ve ayaküstü atıştırmalıklarla zehirlenmiş günlerin sonunda, ruhumda tuhaf bir şeyin tezahür ettiğini fark etmiştim. Yorgunluktan öte bir şeydi bu; zihnime çöken bir sis, en basit meseleleri bile düğümleyen bir kaygı ve kahvenin dahi dağıtamadığı bir asabiyet hali. O günlerde bütün suçun dışarıdaki dünyanın baskısında olduğunu sanırdım. Oysa bilim, asıl fırtınanın içimde, kimsenin görmediği bir derinlikte koptuğunu söylüyor şimdi: Bağırsaklarım çaresizce feryat ediyor, beynim ise bu sessiz çığlığın yankılarını taşıyormuş meğer.

Hipokrat'a atfedilen "Bütün hastalıklar bağırsaktan başlar" sözü, bugün laboratuvarlarda yeniden doğrulanıyor. Zihnimizin sağlığı için önce midemizi, yani içimizdeki o gizemli ve akıllı dünyayı iyileştirmemiz gerektiğini anlıyoruz. Çünkü beynimiz ve bağırsaklarımız, aralarında vagus siniri adında gizli bir telgraf hattı bulunan, sürekli sohbet halindeki iki eski dost gibidir. Biri ne yaşarsa, diğeri ona anında ortak olur. Mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin yüzde doksanından fazlasının kafatasımızın içinde değil de bağırsaklarımızda imal edildiğini öğrendiğimizde, sezgilerimiz için neden "içime doğdu" dediğimiz daha bir anlam kazanıyor.

Bu iç dünya, trilyonlarca mikroptan oluşan devasa bir mediyete ev sahipliği yapar. Onlar, bizim için vitaminler üreten, sindirime yardım eden ve en önemlisi ruh halimizi düzenleyen sessiz işçilerdir. Bu medeniyetin dengesi bozulduğunda, yani dost bakterilerin sayısı azalıp düşmanlar çoğaldığında, "sızdıran bağırsak" dediğimiz durum ortaya çıkar. Bu, kalenin surlarında açılan bir gedik gibidir. Normalde dışarıda kalması gereken toksinler ve sindirilmemiş parçacıklar, bu gediklerden sızarak kanımıza karışır ve bütün bedene bir alarm sinyali yayar. Bu sinyal beyne ulaştığında ise düşük seviyeli ama sürekli bir iltihaplanmaya, yani modern zamanların vebası olan anksiyete, depresyon ve zihin bulanıklığına sebep olur.

Beslenme düzenimiz ise bu içimizdeki medeniyetin anayasası gibidir. Parlak ambalajlı, işlenmiş gıdaların, şekerin ve sağlıksız yağların vaat ettiği sahte lezzetler, içimizdeki dost ordularını yok eden bir istilacı güce dönüşür. Buna karşın, lifli gıdalar, sebzeler, fermente ürünler gibi tabiatın cömert sofrasından gelen her lokma, o orduları besleyen, güçlendiren bir müttefiktir. Yediğimiz her şeyin, midemize indikten sonra ruhumuza nasıl