Hepimiz, en temiz yürekle öğrendiğimiz o ilk kuralı çiğneyerek büyüdük: 'Yalan söyleme.' Oysa hayat, o kural kadar basit değildi. Siyahla beyazın arasına sıkışmış binbir gri tonun varlığını, bazen canımız yanarak öğrendik.
Anladık ki, en masum niyetler bile gerçeğin soğuk nefesi karşısında bir an duraksıyor. Hepimiz yalan söyledik. Bazen bencilce, evet. Ama çoğu zaman kalbimizdeki birini korumak için. Tıpkı, uzun bir günün sonunda telefonda annemizin endişeli sesine 'İyiyim, yorulmadım' diye fısıldarken olduğu gibi. O fısıltının ardında, onun uykusuz kalmasından duyulan endişe, yorgunluğun kendisinden daha gerçektir. Peki ya sonra Bu bizi kötü insanlar mı yapar Yoksa asıl niyet, kelimelerin önüne geçen o görünmez anlam mıdır
Zira asıl mesele ne söylediğimizden çok, neden söylediğimizdir. Bazen bir yalan, acımasız bir gerçekten daha merhametli bir sığınak olabilir. İşte burada başlar gri tonlar. Şehir bize dinamizm vaat ediyor; fakat o koşturma, günün sonunda yorgun ruhlarımızı daha da ağırlaştırıyor. Belki de en büyük yalanlardan biri de bu şehrin bize sürekli 'sabret, yakında düzelecek' demesidir. Oysa çoğu zaman hiçbir şey düzelmez; bizler sadece şehrin hiç durmayan ve asla yavaşlamayan o ruhsuz nabzı içinde, zihnimizin labirentlerinde kendimize ait aydınlık pencereler açarak ayakta kalmayı öğreniriz.
Bu gerçeği, elinizde bir kitapla sığınacak sakin bir köşe aradığınızda anlarsınız. Bir fincan çayın ve birkaç sayfa kitabın lüks sayıldığı bir şehirde, sükûnetin kendisi en büyük zenginliktir. Oysa ne kadar basit, ne kadar insani bir hayaldir bu. Belki Gülhane'nin asırlık çınarlarının nemli gövde kokusunu içine çekerek, tarihin yaprak hışırtılarına karıştığı bir bankta oturmak. Veya parmaklarımızı ısıtan o ince belli bardaktan bir yudum çay alıp, sadece kendinle kalmak. Bu kadarcık bir mutluluk, bu devasa metropolde neden bu kadar zor hayat bulur