Dün gece yarısı uyandığımda, içimde bir yerlere sığmayan o kadim sızıyı hissettim yeniden. Ne bedensel bir sancıydı bu, ne de zihnin yorgunluğu. Sanki ruhum, içinde bulunduğu bu etten kafese dar geliyor; varlığın sırrını fısıldayan atomların sesine kulak kesiliyordu. O an anladım ki, benliğimizin en büyük sırrı, göze görünmeyen âlemde, maddenin en derin katmanlarında gizliydi. Her bir nefes, her bir zerre, bir kuantum denklemiyle yeniden yazılıyor, evrenin en ilkel bilgeliği yeniden fısıldanıyordu.
Sabah Ortadoğu kâşiflerinin ritüeliyle kahvemi yudumlarken, zihnime bir soru ilişti: Aşkın o baş döndürücü anı, iki ruhun birbirine dolanık hale gelmesi midir Yoksa bir elektronun yörüngesinden kopup başka bir atoma iltica etmesi mi Öfkenin o çıldırtan ateşi, atom çekirdeğinde gizlenen muazzam enerjinin kontrolsüzce açığa çıkması; bozonların taşıdığı bir öfke parçacığının kalbimize çarpması olabilir miydi Bu sorular, kimyanın ders kitaplarının soğuk sayfalarında kalmadığını yüzüme vurdu. Artık bu ilim, yalnızca moleküler tepkimelerin değil, duygularımızın ve hatıralarımızın da bir felsefesiydi. Starbucks, kahve satmıyor; insan ruhunu yeniden şekillendiren, duygu durumumuzu yöneten, görünmez formüller pazarlıyordu.
Elime aldığım telefona bakarken başka bir mucizeyle karşılaşıyorum. Bu ekran, görünüşte sıradan bir cam ama hakikatte atomların ahenkle salındığı bir sanat eseriydi. Milyarlarca insanın parmaklarının üzerinde gezindiği bu şeffaf yüzey, basit bir kum tanesinin ateş ve sabırla akla dönüşmesinden başka bir şey değildi. Bu dönüşüm, yalnızca bir teknolojik ispat değil, aynı zamanda kimyasal zekânın her şeyden münezzeh şahikasıydı. Ne tuhaftır ki bu şahika karşısında çoğumuz sadece ekrandaki bildirimlere odaklanıyor, onu mümkün kılan atomların varlık çabasından bihaber yaşıyorduk. Oysa daha şaşırtıcı olan başka bir nokta vardı: Kendimizi bu bilimden ayrı varlıklar sanıyorduk. Oysa bizatihi onun kendisiydik. Hücrelerimizde sayısız tepkime gerçekleşiyor, âşık olduğumuzda serotonin coşuyor, kalp kırıklığında ise stres hormonları bir tufan gibi vücudumuzu kasıp kavuruyordu. Cep telefonumuzdaki her bildirim sesi, bir dopamin salgısını tetikliyordu. Bu bağımlılığın moleküler bir mekanizmaya dayandığını fark etmek gerçekten de ürkütücüydü.
Bu dönüşüm, sadece maddelerin değil, fırsatların da dönüşümüydü. Sıradan kum, doğru işlemlerle bir kuantum bilgisayar çipine dönüşür. Ağaç kabuğu, en eski ağrı kesicilerden olan aspirine. Basit karbon, yeterli basınç altında bir elmas gibi kıymet kazanır. Bu dönüşümün dilini kavrayanlar, dünyayı da dönüştürür. Tıpkı geçtiğimiz günlerde Tahran'da, Mustafa Ödülü'ne layık görülen Dr. Buse Cevatemre Yıldırım gibi... Bu başarı, sadece kişisel bir zafer değil, aynı zamanda İslam coğrafyasında bir bilim köprüsü kuran Türk akademisinin ve atomların fısıltısına kulak kesilen bir toplumun uyanışını da simgeliyordu. McDonald'sın meşhur patateslerini yalnızca patates zannediyorduk ama onlarca bileşenden oluşan, beynimizin haz merkezlerini hedef alan kimyasal tasarımlardı bunlar. Parfümler de öyleydi. Güzel kokmaktan çok duygularımızı yönetmek için inşa edilmiş moleküler konuşmalar.