Gökyüzü kadar gerçek

Başınızı kaldırıp o uçsuz bucaksız maviliğe baktığınızda ne hissedersiniz O gökyüzü; altında yaşayanın kimliğine, günahına ya da sevabına bakmaksızın herkesi aynı merhametle örter. Sınır çizmez, ayırmaz ve ötekileştirmez. Hem herkesindir hem de hiç kimsenin tapulu mülkü değildir. İşte Richard Bach'ın kült eseri Martı Jonathan Livingston, aslında bir kuşun değil, ruhunu o gökyüzü kadar hür kılmaya çalışan bir "dervişin" hikayesidir.

Çoğumuz bu kitabı "sınırları yok sayan bir hayalperestlik" zannederiz. Oysa Jonathan, hayatın katı kurallarından ve zorunluluklarından bihaber değildir. Aksine, o görünmez güç etini ve kemiklerini aşağıya, o balçıkla kaplı sahile çekerken; o bu durumu inkar etmez, yönetmeyi öğrenir. Bilir ki kanatlar sadece rüzgârda keyifle süzülmek için değil, o ağır zorluğa rağmen yükselmek için vardır. Özgürlük, yaşananları yok saymak değil; evrenin o kaçınılmaz baskısına rağmen gökyüzü gibi genişleyebilmektir.

İçinde yaşadığımız bu "vitrin çağı" bize sürekli "kendini göster, yere sağlam bas, bir yer kapla" diye sıcak sesler duyurur. Oysa Jonathan ve onun yolundan giden hakikat yolcuları için en büyük hürriyet, bir yer kaplamak değil; gökyüzü gibi "yer kaplamadan her yeri kuşatmaktır". Bu ince hakikat, bizim irfan dünyamızın da temel taşıdır. Hz. Mevlana, asırlar öncesinden Mesnevi'sinde şöhretin ve görünür olma hırsının insanı nasıl aşağıya çektiğini şu sarsıcı ifadeyle anlatır: "Halk tarafından tanınmak, parmakla gösterilmek; demirden, sağlam bir bağdır."

Jonathan, işte bu demir bağlardan, yani alkışlanma ve bilinme arzusundan kurtulduğu an gerçekten uçar. Gökyüzüyle bir olur. Çünkü gökyüzünün üzerinde "Bu gök falanındır" diye bir tabela asılı değildir; o isimsizdir, bu yüzden sonsuzdur. Jonathan, sürüsüne uçmayı öğretmek için o sahile, o katı mücadelenin içine geri döndüğünde, amacı heykeli dikilsin ya da adı tarihe geçsin değildi. Tek derdi; kanadı kırık, midesi aç, umudu bitik martılara, "Bakın,