Usta bir sedefkâr olduğunuzu hayal edin. Her sabah, o milimetrik hassasiyetle, aynı kusursuz deseni işliyorsunuz. Eliniz o kadar alışmış ki, her bir sedef parçası, ahşabın üzerindeki ezberlenmiş o yuvaya kusursuzca oturuyor. Bu, ustalığın zirvesi midir, yoksa bir sonraki aşamanın sessiz bir habercisi mi
Şimdi o atölyeden çıkıp hayata bakın. Hepimiz, o sedefkârın ustalığına sığınmış durumdayız. Alışkın olduğumuz kelimelerle teselli bulur, bildik argümanlarla tartışırız. Kullandığımız o "imza" mercek o kadar güçlenir ki, dünyaya başka bir açıdan bakamaz hale geliriz. Başarılarımız, bizi biz yapan o güçlü fikirler, zihnimizin etrafına duvarlar örer. Ve bir sabah, o duvardaki pencerenin ne kadar küçüldüğünü, manzaranın nasıl da daraldığını fark ederiz. Bu, kendini tekrar etme hissidir; o tekinsiz durgunluk...
İşte bu, ezberlenen yolun sonudur. Ve sonunda bulduğumuz şey bir zafer takı değil, mütevazı bir rahledir, hayatı yeniden okumaya çağıran sessiz bir davet.
O rahle, bize ustalaştığımızı değil, "mana anlayışını"yı unuttuğumuzu hatırlatır. Çözüm, oyanındaki değerli merceği kırmak değil, onu "sokağın gerçeği" denen o büyük kitabı okumak için yeniden kullanmaktır. O rahleye konulacak 'metin', belki de OECD'nin son gelir adaletsizliği raporunun soğuk bir satır arasında gizlidir. Ama ilhamı sadece orada arama. Git, o ilhamı SETA'nın "yaşlanan nüfus" analizindeki demografik kaygıda bul. "Adalet" gibi ulvi bir kavramı, asgari ücretlinin market fişiyle çarpıştır.
Dün akşam bir dost meclisinde duydum; "Adaletten bahseden adam, market fişindeki yüzde kırk fiyat farkını görmezden geliyorsa, kelimelerinin ağırlığı ne kadardır" diyordu biri. İşte felsefe budur. Felsefe, zeytinliklere maden ocağı ruhsatı veren bir yönetmeliğin satır aralarında yapılmıyorsa, sadece bir kelime yığınıdır.

37