Bugün asıl imtihan, dili soğuk bir nizama mı, yoksa insanın sıcak nefesine mi emanet edeceğimizdir.
Tozlu bir arşiv rafında, asırlar öncesinden kalma bir ferman düşünün. Hattı mükemmel, mürekkebi zamanın solduramadığı bir zarafette, kelimeleri ise bir kuyumcu terazisinden geçmişçesine yerli yerinde. O kâğıt parçasını elinize alırsınız; her bir harfin kıvrımında bir imparatorluğun estetik gücünü, her bir satırın sükûnetinde ise kanunların sarsılmaz ağırlığını hissedersiniz. Ancak o metnin ruhuna, yani yazıldığı devrin siyasi çalkantılarına, toplumsal kaygılarına ve insani özlemlerine vakıf değilseniz, elinizde tuttuğunuz şey, ruhu çekilmiş, yalnızca gölgesi kalmış bir güzellikten farksızdır. Dil ile kurduğumuz ilişki de bundan pek farklı değil. Kelimelerle ördüğümüz bu muazzam yapı, sadece hayatta kalmak için sığındığımız bir barınak mıdır, yoksa ruhumuzun nefes alıp verdiği, varlığımızın en derin sırlarını fısıldayan bir mabet mi
Lisan öğrenen birinin yolculuğu, bu iki yakıcı soru arasındaki gerilimde geçer. Yolunu kaybetmiş bir seyyahın, üç-beş kelimeyle derdini anlatıp bir lokma ekmeğe ve bir yudum suya kavuşması, dilin en iptidai, en yalın zaferidir. Orada kuralların, zaman kiplerinin, edatların hiçbir ehemmiyeti yoktur. Fakat aynı seyyah, bir hekimin karşısına oturup derman aradığında, bir mahkeme kürsüsünde adalet talep ettiğinde veya bir iş anlaşmasının kaderini belirleyecek o son cümleyi kurduğunda, dil artık bir hayatta kalma aracı değil, bir varoluş kalesidir. "İlacı aldım" ile "ilacı alacağım" arasındaki o küçücük fark, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiye dönüşebilir. İşte o an, dilin sadece kelimelerden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir nizam üzerine kurulu olduğunu anlarız.
Yıllar yılı eğitim sistemleri, dili bu nizamın soğuk demir parmaklıkları ardına hapsetti. Öğrenciler, kurallara meftun birer lügat kâşifi gibi, istisnaları ezberleyip, cümleleri bir cerrah titizliğiyle parçalara ayırdılar. Dili hakkında her şeyi biliyorlardı; dilin kalbini, nabzını, ritmini hissedemiyorlardı. Sonra sarkaç diğer uca savruldu ve bu kez kuralları topyekûn reddeden, "yeter ki konuş, yeter ki anlaş" diyen bir rüzgâr esti. Bu iki yaklaşım arasında derin bir uçurum vardı: Biri, kusursuz ama cansız bir heykeldi; diğeri ise biçimsiz ama ateşli bir hayalet.
Asıl mesele, bu iki kutup arasında bir denge bulmaktan ziyade, birini diğerinin hizmetine sunma irfanına erişmektir. Zihnin dar dehlizlerinde boğuşurken, bildiğimiz bir kuralı konuşmanın harareti içinde bir türlü hatırlayamayışımız, nizamın tek başına yetersizliğinin en bariz ispatıdır. Öte yandan, hiç duraksamadan, su gibi akan bir konuşmanın içinde yıllarca aynı hataları tekrar etmek, o akıntının bizi hiçbir derinliğe ulaştırmayacağının habercisidir. Hakiki ustalık, bir yandan ifadenin nehrinde özgürce akarken, diğer yandan nizamın görünmez pusulasıyla yönünü tayin edebilmektir. Tıpkı bir neyzenin taksim esnasında makamın sınırlarını zorlarken, o sınırlardan asla kopmaması gibi.