Hayat, aslen devasa bir prodüksiyondur: perdeleri asla inmeyen, oyuncuları hiç tükenmeyen ve senaryosu hep aynı kalan devasa bir tiyatro. Bu sahnede oyunun üç temel karakteri vardır ve bu kadim kurgu, asırlardır hiç değişmez: Yönetmenler, imtiyazlılar sınıfı, oyunun senaryosunu yazar ve sahne arkasından kuklaların iplerini tutar. Aktörler, orta sınıf, kendilerine ezberletilen rolleri en parlak kostümlerle oynamak için birbiriyle yarışır. Ve nihayet seyirciler, en kalabalık olanlar, kendileri için ayrılmış koltuklarda sessizce oyunu izler. Onların vazifesi basittir: tüketmek. Sahnedeki dramayı, komediyi, ihaneti ve zaferi, kendi hayatlarının tekdüzeliğinden bir kaçış bileti gibi satın alırlar.
Yönetmenlerin yüzünü pek gören olmaz. Onlar, sahnenin kendisi değil, sahneyi kuran gölgelerdir; ışıkları kimin üzerine yakıp kimleri karanlıkta bırakacaklarına karar verir, suflelerini kalabalıkların duyamayacağı bir fısıltıyla en hırslı aktörlerin kulağına üflerler. Kanunlar, medya ve toplumsal kabuller, onların yazdığı senaryonun kusursuz işlemesi için tasarlanmış birer dekordan ibarettir. Gerçekliği, kendi menfaatlerinin en rahat edeceği biçimde büker, kitlelerin alkış ve yuhalamalarını ustaca bir mugalata ile yönlendirirler.
Aktörler ise spot ışıklarının altındaki mahkûmlardır. Şöhret, para ve etki gibi parıltılı ödüllerle motive olurlar. Yönetmenlerin arzusunun sahnede tecessüm etmiş halidirler. Rollerini ne kadar iyi ezberlerlerse, ne kadar inandırıcı gözyaşı döker veya ne kadar coşkulu bir zafer nutku atarlarsa, o kadar parlak bir zindana kapatılırlar. Alkışlandıkları sürece vardırlar; ancak yönetmenler için kullanışlılıklarını yitirdikleri an, sahnenin tozuna karışan bir yankıya dönüşürler.
Ve en altta, en geniş halkada oturan seyirciler… Onların varlığı, bu devasa prodüksiyonun sürmesi için elzemdir. Eskiden bu seyirciler, oyunu sadece belirli saatlerde, belirli mekânlarda izlerdi. Şimdi ise yönetmenler daha dahiyane bir yöntem buldu: her seyircinin cebine özel bir sahne yerleştirdiler. Akıllı telefon denilen o ceplerde taşınan minyatür tiyatrolar, büyük prodüksiyonun her an, her saniye devam etmesini sağlayan birer kukla gösterisine dönüştü. Artık çocuklarımız, gençlerimiz, o büyük sahnenin en sadık ve en masum izleyicileri. Okul koridorlarında başları öne eğik, birer dijital gölge gibi dolaşan, teneffüslerde birbirlerinin yüzüne değil, avuçlarındaki ekranlara bakan o nesil, bu prodüksiyonun en yeni kurbanlarıdır. Her öğretmenin, ders anlattığı her an, o sıraların altında saklanan binlerce renkli ekranla rekabet etmek zorunda kaldığı trajik bir yarış bu. Kendi hayatlarının senaryosunda bir sonraki sayfaya geçecek cesareti bulamayanlar, başkalarının onlar için yazdığı dijital hikâyelerin bağımlısı olurlar. Bu, mefluç bir tevekkül halidir.