Günün o en tekinsiz saati... Akşam inmiş, mesai bitmiş, şehrin o bitmek bilmeyen uğultusu yerini yavaş yavaş zihnin gürültüsüne bırakmaya başlamış. Belki sıkışık bir trafikte kırmızı ışığa bakıyorsunuz, belki de evde günün yorgunluğunu atmaya çalışırken, avucunuzdaki piksel illüzyonlarından yüzünüze o nursuz parıltı vuruyor.
Ekrana bir haber düşüyor: Hollanda hükümeti vatandaşlarına 33 sayfalık 'kıyamet broşürü' dağıtmış. Sel olursa, savaş çıkarsa, siber saldırı gelirse ilk 72 saatte ne yapacaklar Hepsi yazılı. Çantalar hazır, konserveler stoklu.
O an, gün boyu maruz kaldığınız "Borsa çöktü, dolar uçtu" yaygaralarından şişmiş başınızı kaldırıp acı bir tebessüm ediyorsunuz. "Bizim çantamızda ne var" diye.
Batı aklı işte... Hayatı da, ölümü de bir vardiya çizelgesi gibi planlıyor. Onlar için notalar bile matematikseldir; harflerle (A, B, C) veya soğuk hecelerle (Do, Re, Mi) anılır.
Tam o sırada, zihnimde musiki fezasının o müşkülpesent ve ihtişamlı 'mana muhafızı' Bülent Ersoy'un geçenlerde yaptığı o enfes tespit yankılanıyor. Bir müzik dersi verir gibi değil, sanki bu coğrafyanın kaderini okur gibi konuşuyordu:
"Batı müziğinde 'do' ile 're' arası iki parçadır. Nettir. Siyah ve beyazdır. Ama bizde bir tam ses dokuz eşit parçaya bölünür, buna 'koma' deriz."
Batı'nın o köşeli ve soğuk kesinliği ile bizim hisli derinliğimiz arasındaki uçurumu tarif ederken; evet, Bülent Ersoy haklıydı!
İşte sır burada. Batı, sese "frekans" der geçer; biz ise ona bir ruh üfleriz. Bizde "Sol" yoktur, "Rast" vardır; dosdoğru oluşu simgeler. "La" yoktur, "Dügah" vardır; zamanın ikinci kapısıdır. Hele o "Si"... Batı'nın bemol deyip geçtiği o sese biz, içindeki kederden ötürü "Segah" demişiz. "Do" demeyiz, "Çargah" deriz; cenge giden bir ordunun ayak sesi gibidir.
Mesele hangi notaya bastığınız değil; o perdenin toplumun zihninde, ta derinlerde uyuyan hangi "monad"ları, hangi ruhsal atomları harekete geçirdiğidir.
Dönüp bir de bizim şu "akşamüstü" hafızamıza bakın...
Ersoy'un "9 parça" dediği o sistem var ya... Sanki musiki için değil, bizim çilemiz için söylenmiş gibidir. Hafızanızı yoklayın; 9 kırılma anı ve daha Kalu Belâ'dan beri niceleri... Her biri birer "tam ses" değil, yüreğimizi delen, o monadları sızlatan birer "koma" sesiydi.
Şimdi o tesbih tanelerini, sadece birer tarih olarak değil; her biri ayrı bir makamdan süzülen, bu coğrafyanın kaderini mühürleyen birer 'mana kimliği' olarak, huşû içinde çekelim:
En baştaki o derin sızıdan, demokrasi tarihimizin o boynu bükük ilk düğümü Adnan Menderes'ten başlayalım... Onun vedasının üzerinden tam 23.453 gün geçti. İlk büyük ekonomik durgunluğumuz, "bekle-gör" sancımızdı. Sonra o karanlık perdeler aralandı; puslu zamanların o vakur şehidi Gün Sazak gideli 16.626 gün, aydınlanmanın o susturulan zarif çığlığı Bahriye Üçok gideli 12.842 gün oldu. O günler, tarihimizin en acı "Hüzzam" faslıydı.
Ancak kaderin çarkı orada durmadı; peş peşe gelen o şaibeli vedalarla makam daha da ağırlaştı. Devlet aklının o erkenden solan dahi çocuğu Adnan Kahveci'nin gidişi 11.989 gün önceydi. Hemen ardından, büyük dönüşümün o cüretkâr mimarı Turgut Özal'ın vedası geldi; 11.918 gün geçti. O gün sadece bir kalp durmamış; piyasalar disiplinini kaybetmiş, ekonomi iki yıl sürecek bir "anormallik" türbülansına girmişti. İş dünyasının o sessiz bilgesi Üzeyir Garih cinayeti 8.866 gün önce işlendiğinde ise perde çoktan "dik"leşmişti; ülke zaten krizdeydi, bu cinayet yangına benzin döken o uyumsuz nota oldu.
Ve son perdeye, gönül coğrafyamızın o derin sessizliğine geldik... Medeniyet ufkumuzda, Batı'nın karanlığına inat parlayan o 'Bilge Kral' Aliya İzzetbegoviç'in vedasının üzerinden 8.081 gün geçti. Anadolu'nun o karlı dağlarda üşüyen yalnız kurdu Muhsin Yazıcıoğlu'nun vedasının üzerinden ise 6.097 gün...
Nihayet dokuzuncu parça, en yakın tarih... Akademinin o ateş hattında kalan genç feraseti Sinan Ateş

18