Bitmemiş projeler mezarlığı

Zihnimde bir atölye tezgâhı… Üzerinde, incecik bir ahşap oyma kalemi ve yanı başında duran farklı boylardaki törpüler beliriyor. Kalemin sapı, onu tutan elin çizgileriyle, nasırıyla, terinin tuzuyla bütünleşmiş; adeta bir bedenin yaşayan uzvu gibi. Oyma kalemi, ahşabın kalbine inen en ince damarları işler; törpülerse ham kütüğün direncini kırar, pürüzleri sabırla giderir. Bir zanaatkârın malzemesine duyduğu sadakatin ete kemiğe bürünmüş hali. Çünkü sadakat, sabırla birleşince sadece ahşap değil, insanın kendi ruhunu da pürüzsüzleştirir; ham kütükten bile sakin bir güzellik çıkarır.

Bugünün vitrinlerle dolu dünyası ise bize bambaşka bir şey fısıldıyor. Bize "kariyer"pazarlanıyor ama "ustalık" hediye paketinin dışında bırakılıyor. Hız, yeni ve tek doğru inancımız oldu. Verimlilik ise onun amentüsü. Ve bizler, bu dinin gönülsüz müritleriyiz. Bir ömrü bir mesleğe adamanın getirdiği o bilge sükûnet can çekişiyor. Zihinlerimizi işgal eden, her an değişen o tecessüs panayırının gürültüsünde, tek bir düşünce üzerine derinlemesine eğilmek, neredeyse bir isyan eylemi haline geldi. Bu, ustalığın sessiz cenaze töreninden başka bir şey değil. Elimizdeki aletlerin sapı avucumuza ısınacak kadar bile kalmıyor; her şey plastik, tek kullanımlık ve ruhsuz.

Peki ya zihin O en ketum, en sadık atölye

Fiziksel dünyada yitirdiğimiz bu zanaatkâr ruhu, ne yazık ki düşünce dünyamıza da sirayet etti. Zihinlerimizi de tıpkı kariyerlerimiz gibi yönetiyoruz: süratli, verimli, sonuç odaklı. Artık düşünmüyoruz; yalnızca tepki veriyoruz. Fikirleri parlatmıyor, sadece tüketiyoruz. Biri çıkıp bize "çok fazla düşünüyorsun" diyor. Oysa hayır. Çok fazla hissediyor ve çok az yontuyoruz. Zihnimiz, etrafa saçılmış yongalarla, yarım bırakılmış hedeflerle, paslanmaya yüz tutmuş aletlerle dolu dağınık bir atölyeye dönüştü. Daha doğrusu, irademizin sessizce can çekiştiği bir bitmemiş projeler mezarlığına. O yongalar, bir tartışmada söylediğimiz ve pişman olduğumuz bir söz, görmezden geldiğimiz bir iç ses, başkalarının bize fırlattığı ve bizim de sahiplendiğimiz yargılardır. Onları süpürüp atmadıkça, her gün ruhumuza batar, yürümemizi engellerler.

Halbuki bu dağınıklığın ortasında bir 'zihinsel zanaatkârlık' imkânı duruyor. Bu, kurallar listesi değil, bir varoluş biçimidir. İlk kapısı, gün içinde gürültüden arındırılmış, hiçbir dış sese maruz kalmayan on beş dakikalık bir sessizlik anı yaratmaktır. O sükûnet anında, aklı kurcalayan bir sorun, bir öfke yahut bir korku, o ham kütük, tezgâhın üzerine yatırılır. Ona dışarıdan değil, içeriden sorular sorulur: 'Bu düşünce nereden geliyor Gerçek mi, yoksa bir korkunun yansıması mı' Zihnin aletleri ise kişiye özgüdür; özenle keşfedilir: Ruhu besleyen bir edebiyat mı, derin bir sohbet mi, yoksa sükûnet veren bir musiki mi Hangisi zihninizin paslanmış aletlerini bileyip keskinleştiriyorsa, o, atölyenize buyur edilir. Zihinde toz biriktiren yarım kalmış hedefler ya da çözülmemiş meseleler ise ustanın elinde iki kaderi paylaşır: Ya tamamlanır ya da 'artık bu projenin defteri kapanmıştır' denilerek huzurla bırakılır.