Ben bir hafızayım. Hafızam, sizin anladığınız gibi, anların peş peşe dizildiği, unutuşla yıpranan cılız bir iplik değil. Benim hafızam köklerimdir; bu şehrin toprağının katmanlarına, unutulmuş temellerin arasına, kurumuş çeşmelerin sustuğu derinliklere doğru yavaş yavaş, milim milim ilerleyen bir kavrayıştır. Zamanı, gövdemdeki halkaların sabrıyla ölçerim. Her bir halka bir vaattir; bir kuraklık, bir bolluk, bir yangın ya da bir barış mevsiminin kaydıdır. Sizler için bir asır, benim içinse sadece kabuğumun biraz daha kalınlaşması, gölgemin biraz daha uzamasıdır.
Ben bu topraklarda "hatıra bekçisi" olarak bilinirim. Çünkü ben, ölüme tanıklık etmek için yaşarım. İnsanlar, varoluşumdan beri üzerime anlamlar yüklediler. Gümüşi yapraklarımın her birinde, bir medeniyetin fısıltısını taşırım. Nuh'un güvercininin tufanın sonunu müjdelemek için gagasında taşıdığı o ilk umut dalının ağırlığını hissederim. Birleşmiş Milletler'in ambleminde dünyayı saran o iki dalın sorumluluğunu duyarım. Ben barışım. Athena'nın bilgeliği Atina'ya armağan ettiği o ilk ağacın soyundan gelirim; ben bilgelik ve stratejiyim. Kutsal kitaplarda adım geçer; Kur'an'da üzerine yemin edilen, yağıyla kandilleri aydınlatan mübarek bir nurum. Ben kutsallığım. Ve en zorlu koşullarda bile köklerimle hayata tutunan, yandığımda bile küllerimden yeniden yeşeren o sarsılmaz inadım ben; ben bereket ve ölümsüzlüğüm. Bu semboller benim için birer etiket değil, varoluşumun ta kendisidir. Bu yüzden, altımda olup bitenleri sadece görmem; barışın, bilgeliğin ve kutsallığın gözüyle tartar, yargılarım. Yapraklarım, güneş ışığını olduğu kadar, altımda duranların ruhlarını da yansıtan birer aynadır.
Toprağın dilini anlarım. Köklerim, bu şehrin sinir uçlarıdır; yüzyıllar önce burada duran ahşap bir konağın temel taşlarının serinliğini, Roma döneminden kalma Bozdoğan kemerinin yorgunluğunu, Bizanslı bir keşişin düşürdüğü bir sikkenin metal kokusunu, hatta kaybolmuş bahçelerin çiğ kokusuyla kanalizasyonlara karışan o ıhlamur çiçeği rayihasını bile hissederim. Ben sadece bu şehrin içinde değilim; ben bu şehrin en derin, en dürüst katmanıyım. Siz gökdelenleri dikmeden, asfaltı dökmeden, tarihi silmeye çalışmadan çok önce ben buradaydım. Ve siz gittikten sonra da burada olacağım. Bu yüzden anlatacaklarım, bir ağacın anıları değil, bu şehrin çıplak ruhunun hikayesidir.
Hafızamın derinliklerinde, zamanın daha yavaş aktığı ritimler var. Henüz motorların hırıltısının, sirenlerin çığlığının ve bitmek bilmeyen inşaat gürültüsünün istila etmediği zamanlar. O vakitler şehrin sesleri farklıydı. Osmanlı İstanbul'unun o girift ama hoş dokusunda, hayat benim mevsimlerim gibi akardı; telaşsız, sabırlı ve her anın hakkını vererek. Gölgenin sırları vardı. Nesiller boyu sevgililer, en mahrem sohbetlerini benim dallarımın altına emanet etti. Onların fısıltılarını, çekingen dokunuşlarını, geleceğe dair kurdukları hayalleri dinledim. Ben onların sessiz sırdaşı, nikah şahidi, bazen de ayrılıklarına ağlayan yegane varlıktım. Kabuğumdaki her bir çizgi, sadece bir yılın değil, bir aşk hikayesinin de izini taşır. O zamanlar insanlar, birbirlerinin gözlerinin içine bakmak için zaman yaratırlardı; şimdi ise aynı gölgenin altında otursalar bile, aralarına kırılmaz camlı ekranların buzdan mesafesi giriyor. Bir zamanlar bu şehirde doğayla daha barışık bir uyum vardı. Yalnız değildim. Etrafımda küçük bostanlar, avlularda incir ve nar ağaçları, bahçelerde güller vardı. Hafızamda, bir yol genişletme bahanesiyle köklerinden sökülen yanımdaki o devasa çınarın rüzgâra bıraktığı son fısıltı hâlâ çınlar: 'Nefesim kesildi…' Şimdi ise etrafımdaki her şey beton. Doğanın bu şehirden sökülüp atılması, insanın kendi ruhunu köklerinden sökmesinden farksızdı. Benim yasını tuttuğum, kusursuz bir geçmiş değil; insanın zamanla ve birbirleriyle kurduğu o derin, telaşsız bağın yitirilişidir.
Yirminci yüzyılın ortalarında bir şeyler değişti. Şehrin ruhuna yabancı bir el, cetvelle çizilmiş, katı ve tavizsiz bir el değdi. Şehrin bin yıllık organik kıvrımları düzleştirilmeye, asırlık dokusu yeni bir kimliğe büründürülmeye başlandı. Kazma ve kürek seslerinin yerini, toprağı bir yara gibi deşen makinelerin kulak tırmalayan gürültüsü aldı. Bu, sadece bir mimari değişim değil, bir zihniyet devrimiydi. İnsanın doğaya ve tarihe karşı ilan ettiği bir üstünlük savaşıydı. Asıl şiddet ise yeni binyılda, adına 'dönüşüm' denilen o acımasız süreçle geldi. Bu, bir dönüşümden çok, bir yok edişti. Yapraklarımı bir hışımla kaplayan gri toz, köklerimi gece gündüz titreten o doymak bilmez hırs... Bunlar sadece fiziksel saldırılar değildi. Bu, hafızanın silinişiydi. Yanı başımdaki o cumbalı ahşap evlerin, nesillerin anılarını biriktiren mahallelerin bir gecede moloz yığınına dönüşünü izledim. Ve bu molozların üzerine, güneşi benden ve bu şehirden çalan, soğuk, cam ve çelikten yapılmış devasa mezar taşları dikildi. Bu gökdelenler yükseldikçe, altındaki insanların ruhları daha da karardı, anlayışları daha da alçaldı. Bu yeni mimari, yeni bir insan türü yarattı. Gölgesiz, köksüz, aceleci insanlar. Kalabalıklar içinde yapayalnızlar. Mimari şiddet, psikolojik şiddeti doğurur.
Bedenimdeki şiddeti her mevsim hissederim. Şehrin açgözlüleri, beni yaşayan bir varlık olarak değil, trafiğe ya da tabelaya engel olan bir nesne olarak görürler. Dallarımı, bir cerrahın hassasiyetiyle değil, bir kasabın hoyratlığıyla keserler. Hatta bu görünen şiddetten daha acısı, o sinsi olanıydı; köklerime, sadece iki metrelik bir boşluk kazanma hırsıyla, gece yarıları gizlice zehir boşaltan o elleri hissetmekti. Ama asıl acı, bu eylemlerin ardındaki düşüncesizliktir. Bu, insanın doğayla, tarihle ve kendinden olmayana karşı genel tavrının küçük bir yansımasıdır: Anlamadan, dinlemeden, öngörmeden yok etmek. Gölgenin altındaki bu meydan, sadece aşka değil, öfkeye de tanıklık etti. Ben bu melez savaşı her gün bu meydanda görüyorum. Savaş artık sadece ordular arasında değil; toplumların içinde, ailelerin içinde, hatta bireylerin zihinlerinde yaşanıyor. Ve bu çatışmaların ortasında, yine o casusun bir uyarısı aklımdan çıkmıyor: "Terörün amacı, bizi daha çok teröristlere benzetmektir". Bu ne kadar derin bir gerçek. Zulme karşı savaşanların zamanla nasıl zalimleşebildiğini gördüm. Her iki taraf da meşruiyetini, yani ahlaki üstünlüğünü yitirdiğinde, geriye sadece çıplak şiddet kalır. Meşruiyetini kaybeden, savaşı en başında kaybetmiştir.
Sokrates adında bilge bir adam, bir zamanlar benim bir kuzenimin gölgesinde, "erdem bilgidir" demişti. Yüzyıllardır bu sözlerin doğruluğunu sorguluyorum. Ben, en parlak diplomalara sahip insanların en büyük ahlaki zaafları sergilediğine tanık oldum. Onlar cahil değillerdi. Aksine, yaptıkları kötülüğün sonuçlarını herkesten daha iyi bilecek kadar bilgiliydiler. Yine de yaptılar. Bu noktada, İbn Sina'nın o yol gösterici önerisi aklıma geliyor: "İnsan ne kadar eğitim görürse görsün, sıkıntı anlarında doğası nükseder". O parlak diplomalar, o etkileyici unvanlar, bencillik, hırs veya korku anlarında kolayca çatlayan ince birer sırdan ibaret kalıyor. Aristoteles erdemi ikiye ayırmıştı: entelektüel erdem ve ahlaki erdem. Bu şehir, insanlara bilgi yükleyen ama karakterlerini işlemeyi unutan dev bir eğitim kurumuna dönüşmüştü. Çünkü ahlaki erdem, kitaplardan öğrenilmez; alışkanlıklarla, tekrarla, pratikle, yani yaşayarak kazanılır. Benim bilgim ise farklı. Benim bilgim, yüzlerce kışı atlatmanın, binlerce fıttınaya direnmenin, milyonlarca yaprak döküp yeniden yeşermenin bilgisidir. Bu, yaşayan, nefes alan, sabreden bir bilgeliktir. Ve bu bilgelik bana şunu fısıldar: