Tarih, okul sıralarında ezberlenen sıkıcı isimler listesinden ibaret değildir. O, yaşayan ve nefes alan bir varlıktır; kimi zaman dingin bir nehir gibi akar, kimi zaman da yer kabuğunu çatlatan bir fay hattı gibi kırılır. Çoğu zaman bu akışı fark etmeyiz. Ama bazen tek bir günde, tek bir olayla öyle bir kırılma yaşanır ki, tarihin yatağı sonsuza dek değişir. O gün, sıradan bir takvim yaprağı olmaktan çıkar, bir milada dönüşür.
19 Ağustos günleri çoğu insan için sıradan tarihlerin ötesine geçmez. Fakat kimi zaman aynı gün, insanlığın hafızasına bir yara izi gibi kazınır. Tam 72 yıl önce, 19 Ağustos 1953'te Tahran'da yaşananlar gibi. O gün, İran'ın demokratik yollarla seçilmiş Başbakanı, İran milli kaynaklarının fedaisi Muhammed Musaddık, CIA ve MI6'in ortaklaşa yürüttüğü "Ajax Operasyonu" ile devrildi.
Tarih, ölmüş insanların ilgisiz bilgilerinden değil; insan davranışının her koşul altındaki devasa bir veritabanıdır. Bu veritabanını doğru okuyabilenler, geleceği öngörebilir. Çünkü insan doğası değişmez; değişen yalnızca teknoloji ve sahnedir. Siyasi hareketlerin yükseliş ve çöküşleri, ekonomik krizlerin döngüleri, propaganda yöntemlerinin evrimi… Bunların hepsi binlerce yıldır aynı desenleri takip eder. 19 Ağustos 1953, bu tarihsel kalıpları görmezden gelenlerin nasıl sarsıcı sonuçların kurbanı olabileceğini gösteren en acı derslerden biridir. O gün yaşananlar yalnızca bir hükümet darbesi değil, bir ulusun kendi kaderini yazma iradesine vurulan ağır bir darbeydi.
Hakikat yordamcısı Hasan Bülent Kahraman, Türkiye'de Yazınsal Bilincin Oluşumu adlı eserinde, bir kültürün modernleşme serüveninde kendini kelimeler ve imgeler üzerinden nasıl var ettiğini, kendi anlatısını nasıl kurduğunu inceler. Her toplumun kendini var etme biçimi, kendi hikâyesini anlatabilme gücüdür. Bu, bir ulusun kendi kelimeleriyle kimliğini kurma, kendi bilincini inşa etme hakkıdır. 1953 darbesi tam da bu bilince yönelmiş bir suikasttı. İran, kendi petrolüyle kendi geleceğini yazmaya kalktığında, bu girişim dış müdahaleyle kesintiye uğratıldı. O gün yıkılan sadece bir hükümet değil, aynı zamanda bir ulusun kendi hikayesini yazma hayaliydi. Tarih tekerrür etmedi; ama o günden bu yana yankısı hâlâ sürüyor.
Ajax Operasyonu soğuk bir jeopolitik mühendislik projesiydi. İngiltere'nin sömürgeci petrol çıkarları ile ABD'nin Soğuk Savaş paranoyası, demokratik bir süreci ezmek için birleşti. Rüşvet, propaganda ve organize kaos yoluyla bir ülkenin iç dengeleri zehirlendi. Bu operasyon, uluslararası hukukun temel taşlarından biri olan "içişlerine karışmama ilkesi"nin aleni ihlaliydi. Daha da önemlisi, İran halkının kolektif bilincinde onarılmaz bir yara açtı. O gün anlaşıldı ki, uluslararası düzenin kuralları yalnızca güçsüzlere uygulanıyordu; güçlüler ise çıkarları için her türlü meşruiyeti hiçe sayabiliyordu. Bu durum, Batı'ya karşı on yıllarca sürecek derin bir güvensizlik tohumunu ekti.
Tarihin ironisi bazen acımasızdır. 19 Ağustos aynı zamanda Birleşmiş Milletler tarafından "Dünya İnsani Yardım Günü" olarak anılmaktadır. 2003'te BM'nin Bağdat'taki merkezine düzenlenen saldırıda 22 insani yardım görevlisi hayatını kaybetmiş, bugün onların anısına seçilmiştir. Böylece aynı takvim yaprağı hem bir yara hem de bir merhem taşır: Bir yanda insanlığın fedakârlık ve merhamet gibi yüce değerlerini hatırlatan bir gün, diğer yanda jeopolitik hesaplarla bir ulusun geleceğinin karartıldığı bir komplo. Modern dünyanın trajik ikilemi işte budur: Bir eliyle yara açarken, diğer eliyle o yarayı sarmaya çalışan bir sistem.
1953'teki kırılma, 1979 İslam Devrimi'ne ve bugünkü nükleer gerilime uzanan zincirleme bir reaksiyonu başlattı. Tarih defalarca göstermiştir ki, ılımlı ve demokratik muhalefet yolları kapatıldığında, kitleler kaçınılmaz olarak daha radikal ideolojilere yönelir. Darbe, Musaddık'ın temsil ettiği seküler ve milliyetçi siyasi geleneği yok ederek bir boşluk yarattı. ABD destekli Şah rejimi bu boşluğu baskıyla ve sonradan kuracağı SAVAK adlı istihbarat örgütünün temellerini atan yöntemlerle doldurmaya çalıştı. Bu rejim, toplumsal ve tarihsel koşulların şekillendirdiği otantik bir birey yerine, Batı'nın popüler kültür imgeleriyle donatılmış, halkına yabancı bir kimlik dayattı. Bu ortamda, muhalefetin soluk alabileceği tek mecra camiler oldu.