Her şeye yetişmeye çalışırken, aslında en önemli şeyi, birbirimizi dinlemeyi ve anlamayı ıskalıyoruz. Hız çağında "durmak" en büyük devrimdir.
Eskiden "halden anlamak" diye bir tabirimiz vardı. Birinin yüzüne baktığımızda derdini sezer, sesinin tonundan hüznünü tartardık. Şimdi ise emojilere sığdırdığımız duygularımız ve bildirim sesleri arasında kaybolan dikkatimizle, birbirimizin yüzüne değil, ekranlara bakıyoruz.
Geçen gün bir kafede otururken fark ettim. Yan masada iki arkadaş oturuyordu. Belli ki uzun zamandır görüşmemişler. Ancak sohbetin her boşluğunda, hatta sohbet akarken bile eller gayri ihtiyari telefonlara gidiyordu. Göz teması en fazla on saniye sürüyor, sonra o mavi ışığın büyüsüne kapılıp sanal dünyada bir tur atılıyordu. Fiziken oradaydılar ama ruhen kilometrelerce uzakta, belki de hiç tanımadıkları insanların hayatlarını izliyorlardı.
Çağımızın hastalığı tam olarak bu: "Orada olamamak."
Bedenimiz ofiste, aklımız evde; evdeyiz, aklımız sosyal medyada; tatildeyiz, aklımız paylaşacağımız fotoğrafta... Anı yaşamayı unuttuk, anı kaydetme derdine düştük. Oysa hayat, biz planlar yaparken ve o planları başkalarına göstermeye çalışırken akıp giden o sessiz nehirdir.
Bu hız ve odaklanma sorunu, beraberinde korkunç bir "tahammülsüzlüğü" de getirdi. Trafikte kırmızı ışıkta bir saniye geç kalkana kornalar çalıyoruz. Bir internet sayfası üç saniyede açılmazsa sinirleniyoruz. Uzun yazıları okuyamıyor, uzun videoları izleyemiyor, hatta karşımızdakinin cümlesini bitirmesini beklemeden cevabı yapıştırıyoruz. Dinlemek için değil, cevap vermek için bekliyoruz çünkü.
Batı'nın "Time is money" (Vakit nakittir) anlayışı, bizim "Vakit hayrola" kültürümüzü yuttu maalesef. Vakti sadece paraya veya verimliliğe endekslediğimizde, "boş" geçen her anı zarar hanesine yazıyoruz. Oysa bir dostla içilen o çay, edilen o sebepsiz sohbet, gökyüzüne bakıp dalıp gitmek "boş" vakit değildir; ruhun gıdasıdır, tamiridir.
Makineleşiyoruz dostlar, farkında mısınız

16