Berlin'in kaçış kapıları

Her şehrin bir ruhu, bir de o ruhtan kaçmak için aralanan gizli kapıları vardır. Londra'nın pusundan kırlara, New York'un beton uğultusundan Hudson'ın sessizliğine uzanan patikalar gibi... Fakat bu kaçışlar çoğu metropolde keyfi birer tercihtir; Berlin'de ise adeta bir zorunluktur. Zira Berlin, sakinlerini sürekli tarihin mahkemesinde yargılayan, onlara her köşe başında bölünmüş bir geçmişin hayaletini gösteren ağır ve yaralı bir şehirdir. Bu şehrin sokaklarında yürümek, bir müzede gezinmekten çok, eski bir savaş meydanının ruhsal coğrafyasında dolaşmaya benzer. Ve bu coğrafyanın hakkını vermenin yegâne yolu, onu bir uçtan bir uca, yanınızda kıymet verdiğiniz birinin sessizliğine sığınarak adımlamaktır. İşte bu yüzden Berlinliler, ruhlarını havalandırmak için sadece birkaç durak ötede duran zaman makinelerine binerler.

Bu kaçış kapılarından ilki, sizi Prusya krallarının dünyasına ışınlayan Potsdam'dır. Berlin'in omuzlarınızdaki tarih yükünü istasyonun raylarında bırakıp Sanssouci Sarayı'nın teraslı bağlarına adım attığınızda, aniden her şey değişir. Kaygısızlık; bu sarayın sunduğu basit bir vaat değil, Berlin'in tarihle yüklü ruhuna verilmiş cüretkâr bir cevaptır. Burası, tarihin kanlı bir kavga değil, estetik bir zevk meselesi olduğu bir evrendir. Berlin'in belleğine inat, Potsdam'ın Hollanda mahallesindeki kırmızı tuğlalı evlerin arasında bir kahve içmek, lekesiz bir maziye sığınmaktır. Bu, turistik bir geziden çok, psikolojik bir arınma seansıdır.

Eğer aranan kaçış, tarihten değil de bizzat medeniyetin kendisinden ise, rota Wannsee Gölü'ne çevrilir. Berlin'in makine gürültüsü ve insan uğultusuyla dolu ses haritasına karşı, Wannsee bir sükûnet bestesi sunar. Buradan kalkan küçük bir vapurla ulaşılan Tavus Kuşu Adası (Pfaueninsel) ise adeta gerçeküstü bir tablodur. Serbestçe dolaşan tavus kuşları ve masalsı beyaz şato... Bu adada olmak, Berlin'in yazdığı o yoğun, politik ve trajik metne bir anlığına neşeli bir parantez açmaktır. Berlin'in gri tonlarına inat, tabiatın en canlı renkleriyle bir anlığına da olsa nefes almaktır bu.

En uzun ve belki de en manidar kaçış ise, Elbe'nin Floransa'sı olarak bilinen Dresden'e yapılan yolculuktur. Bu yolculuk, Berlin'in yaralı ruhunun, kendi gibi büyük bir yıkım yaşamış bir başka ruhla gizli diyaloğudur. İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir edilen Dresden, küllerinden barok bir zarafetle yeniden doğmayı seçmiştir. Frauenkirche'nin kubbesi, Zwinger Sarayı'nın işlemeleri, bir şehrin travmasını estetikle nasıl onarabildiğinin canlı bir kanıtıdır. Berlin, yaralarını bir madalya gibi taşımayı, onları unutturmamayı seçerken; Dresden, o yaraların üzerini