Aliya İzzetbegoviç'in aynasından

1995 sonbaharı, İsveç. Sosyal Demokrat Parti lideri Mona Sahlin, devletin kendisine tahsis ettiği kredi kartıyla bir Toblerone çikolata satın alır. Bu küçük, neredeyse ehemmiyetsiz harcama, bir gazetecinin dikkatiyle birleştiğinde, İsveç siyasi tarihine "Toblerone Davası" olarak geçecek bir skandalın fitilini ateşler. Başlatılan soruşturma, aylar süren davalar ve mali denetimler, Sahlin'in siyasi kariyerine mal olur. Bir çikolatanın bedeli, o toplumun adalet terazisinin ne kadar hassas olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.

Dünya bir yanda, Batı'nın katı 'taş' mantığıyla okumakta zorlandığı, okyanusun 'su' gibi akışkan destanlarına (I La Galigo gibi) ev sahipliği yapar. Fakat madalyonun diğer yüzünde, çok daha acı, çok daha içeriden bir paradoks durmaktadır. Bu kez mesele, Batı'nın okuyamadığı bir metin değil, Doğu'nun yaşayamadığı bir metindir.

George Washington Üniversitesi bünyesindeki İslamicity Vakfı'nın hazırladığı "İslamilik Endeksi" bu elim hakikati gözler önüne seriyor. Bu endeks, ülkeleri hamaset veya lafız üzerinden değil, İslami öğretilerin temel prensipleri (İnsani ve Siyasi Haklar, Hukuk ve Yönetim, Ekonomik Adalet) üzerinden puanlıyor. Ve neticeler, sarsıcı bir nitelikte: İslami değerlere en uygun yaşayan ülkeler listesinin zirvesinde, ezici bir çoğunlukla Batı ülkelerinden oluşuyor.

Listenin ilk sırasında Danimarka'nın yer aldığı tabloda, onu İrlanda, Hollanda ve "Toblerone Davası"nın yaşandığı İsveç gibi ülkeler takip ediyor. Bu zirve sıralamasında Müslüman çoğunluklu bir ülkeye rastlanmıyor. Peki ya biz Endeksin 2024 yılı verileri, Türkiye'nin 149 ülke arasında 109. sıraya gerilediğini gösteriyor. Asıl can yakan ise bu tablonun anlık bir fotoğraf değil, bir çöküşün filmi olmasıdır: 2015'te 65. sırada olan bir ülkenin, on yıldan kısa sürede 44 basamak birden kaymasıdır. Müslüman ülkelerin genel ortalaması ise 76. sırada.

Bu veri temelli tablo, bilge lider Aliya İzzetbegoviç'in o nüfuz edici tespitiyle bilfiil tecessüm ediyor. Doğu ile Batı arasında sıkışmış modern zamanların açmazını ve İslam'ın dengeleyici rolünü vurgularken söylediği şu sözler, bugünkü endeks sonuçlarının adeta bir özeti gibidir:

"Doğu ahlakı unuttu, Batı ise Tanrı'yı. Biz, Tanrı'yı unutmadan ahlakı hatırlamak zorundayız."

Bugün bu endeks, İzzetbegoviç'in o vukufiyetli teşhisini doğrulayan, vicdani bir hesaplaşmanın vesikasıdır. Evet, Batı'nın "işleri"; yani adalet sistemleri, yolsuzluğa karşı duruşları, ekonomik fırsat eşitlikleri, şeffaflık ilkeleri ve o bir çikolatanın bile hesabını soran kul hakkı hassasiyetleri, belki de Tanrı'yı unutarak ama bir zamanlar O'nun ilham ettiği ahlakın izlerini taşıyor. Doğu ise, belki Tanrı'yı unutmazken, o ahlakın amelini, yani hayata geçirilmesini unutmuş görünüyor. Batı, bir zamanlar bizden esinlenen adalet ve emanet bilincini sistemleştirirken; biz, o bilinci metin içinde tutup hayata geçirmekte zorlanıyoruz.

Bizim 'din anlayışımız' ise zamanla ruhunu yitirmiş, şekle ve ritüele sıkışmış bir 'alışkanlığa' dönüşmüş görünüyor. Hukukun üstünlüğü, adalet, liyakat ve emanet bilinci gibi dinin direği olan kavramlar, metnin içinde hapsolmuş; hayatta, sokakta, devlette ve ticarette mevcut değil. Kutsal Kitab'ın anlamıyla kurulan bağın zayıfladığı, özüne inenlerin azınlıkta kaldığı