Dinî ve manevî hayatın bir taraftan materyalist ve inkarcı propagandalar, diğer taraftan "din adına siyaset" yapanların dinle çelişen ve dine de büyük zarar veren yanlış uygulamaları sebebiyle ciddi anlamda erozyona uğradığı bir tablo ile karşıyayız.
Dine uzak veya mesafeli bir çevre ve kültürden gelenlerin dinden büsbütün soğuduğu, dahası dindar bir iklimde yetişenlerin bile inançlarını sorgulama, hatta terk etme noktasına savrulduğu son derece düşündürücü ve çok dehşet verici bir tablo bu.
Bediüzzaman'ın geçen asrın başında "Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir, bunu takviye ile sıhhat bulabilir" diyerek ilk teşhisi koyduğu, bilahare asıl problemin çok daha derinde, küresel boyutta bir manevî buhran ve yangın olan "iman krizi" olduğunu ifade ederek, "Bu yüzden bütün mesaimi iman üzerine teksif ettim" dediği bir tablo bu.
İşte Risale-i Nur'un bu anlamda, iman hakikatlerini aklî, mantıkî ve ilmî izahlarla ispat ve zihinlerdeki şüpheleri izale edip sorulara ikna edici cevaplar veren bir Kur'an tefsiri olarak telif edilmesi bunun bir neticesi.
Zübeyir Gündüzalp, Ankara Üniversitesinde verdiği ve metni Sözler'in sonuna konulan Konferansta konuya dair şöyle diyor:
"İmanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaytlıktan pek çok defa daha felaketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır.
"Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi umum İslam dünyasında da böyledir.