50 öncesi tek parti devrinde "doğuKürt isyanları olarak tarihe geçen olaylar çok sert ve kanlı bir şekilde bastırılmıştı.
Ama DP iktidarıyla çok partili sisteme geçildikten sonra tek bir isyan bile olmadı.
Bölge halkını kucaklayıp yöreye hizmet götüren politikalar bunda hayli etkili oldu.
Şeyh Said'in torunu başta olmak üzere önceki olayların mağdurlarından birçoğu DP listelerinden vekil seçilerek Meclise girdi.
Derin yaralar sarılmaya başlandı.
Ama 27 Mayıs bu süreci sabote etti.
65'te DP'nin devamı olarak gelen AP iktidarında da Menderes politikaları sürdü, ama 27 Mayıs gibi 12 Mart ve 12 Eylül de bunların geliştirilip kökleştirilmesine imkân vermedi.
Bunun zehirli meyvesi, anarşiyi önleme gerekçesiyle yapılan 12 Eylül'ün doğurduğu PKK terörü ve bir sonraki etapta bağlantılı bir siyasî projenin gündeme taşınması oldu.
PKK terörünün palazlanmasında, dillere destan Diyarbakır Cezaevinde yapılan zulüm ve işkencelerin payını kim reddedebilir
12 Eylül'den dört yıl sonra PKK terörüyle tanışan Türkiye, 1991 seçiminde HEP olgusuyla yüz yüze geldi. PKK ile mücadeleyi askerî yöntemlere inhisar ettiren "güvenlikçi devlet refleksi," HEP'le sahneye çıkan siyasî hareketi de, defalarca tekrarlanan parti kapatmalar, seçilmiş vekil, başkan ve yöneticileri içeri tıkmalar ile kırmaya çalıştı.
Ancak bu yöntemler hep ters tepti ve "Kürt siyaseti"nin tabanını daha da genişletti.
Bu arada aynı "devlet refleksi"nin ikiyüzlülüğünü gösteren örnekler de yaşandı.
2002 seçiminde seçime girme şartlarına sahip olmadığı Yargıtay Başsavcılığı tarafından tesbit edildiği halde DEHAP'a YSK kararıyla vize verilirken DYP'nin kılpayı farkla baraj altında bıraktırılmasında olduğu gibi.