Din ve devlet

Osmanlıda din ve devlet kavramları o kadar bütünleşip aynîleşmişti ki, "din ü devlet" terkibi günlük dilin ayrılmaz parçası olmuştu.

Dinin getirdiği değerlere devletin sıkı sıkıya bağlı olduğu dönemlerde bir sorun yoktu. Ama ne zaman ki devlet o değerlerden uzaklaşmaya ve bunun sonucunda inkıraza yüz tuttu, asırlardır zihinlere yerleşen algılama ciddî bir sarsıntıyla karşıya karşıya kaldı.

Devlet çökerse din ne olacaktı

İşte Bediüzzaman tam da o noktada tarihî çıkışlarından birini yaptı. Ve "dine gelebilecek zarar"la ilgili olarak kendisine iletilen kaygılara şu cevabı verdi: "İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz."

Siyasî sarsıntılar yüzünden dinin elden gideceği korkusuna kapılan kişinin dindeki hissesini örümcek ağına benzetti.

Onu korkutan şeyin cehalet, telâşa düşürenin de taklit olduğunu söyledi.

Ve şunu sordu:

"Dinin himayesi mağlûp biçare bir reise veya dalkavuk memurlara yahut mantıksız bir kısım zabitlere bırakılsa mı daha iyi; yoksa milletin ve kamuoyunun hamiyetine bırakılsa mı"

Dahası, o hamiyet, bir taraftan kâinatın her tarafına kök salmış derin hakikatlere, diğer taraftan da İslâm kültürünün asırları ve hayatı kuşatan muazzam birikimine yaslanıyordu. Çok daha önemlisi, bu bakış açısının yansıttığı güçlü özgüven, nihaî tahlilde, sahibini kâinata meydan okuyabilecek bir cesaretle donatan çok sağlam bir tahkikî imana dayanıyordu.