Bugün ülkemizde öylesine bir tabloyla karşı karşıyayız ki, insan ister istemez merhum Erbakan Hoca'nın yıllar önce yaptığı o uyarıları hatırlıyor. "Siyonizm, ben mi bana mı" türküsünü söyleterek kendine hizmet ettiriyor dediğinde birçokları bunu abartı sanmıştı; oysa bugün yaşananlar, o sözlerin ne kadar derin bir tespit olduğunu açıkça gösteriyor. Haim Nahum'un doktrinlerinde yer alan "İşsiz bırakacaksınız, aç bırakacaksınız, fakirleştirip kolay lokma haline getireceksiniz" hedefi adım adım işletiliyor. Toplumu diri tutan, üretimin bel kemiği olan işçi, emekli, memur, engelli kısacası dar gelirli vatandaş, her geçen gün daha da eziliyor. Emekliye, asgari ücretliye verilen yüzde 15-20'lik zam, daha cebine girmeden elektrik, doğal gaz, su, ulaşım ve temel gıda ürünlerine gelen yüzde 50-60'lık zamlarla buharlaşıyor. Vergiler, harçlar, cezalar neredeyse katlanarak artarken, devletin "hizmet" diye sunduğu her şeyin bedeli halkın sırtına yükleniyor. Böyle bir düzende halkın alım gücü yerle bir olurken, birilerinin serveti daha da kabarıyor. Bu da sistemsel bir fakirleştirme değil de nedir
İktidar ise tüm bu gerçeklerin üstünü örtmek için "Yüzyılın Konut Projesi" diyerek milletin yüreğine sahte bir umut serpiyor. Oysa bu projelerin detaylarına inildiğinde, yine yoksulun eline bir şey geçmediği; ihalenin, arsaların, kârın belli kesimlere aktığı görülüyor. Kısacası, bir kaşık bal verilip ardından bir kazan sirke içiriliyor millete. Yine olan emekçiye, yine olan asgari ücretliye, yine olan engelliye oluyor. Toplum bilinçli ve sistemli bir şekilde fakirleştiriliyor; insanlar geçim derdine düşüp sorgulamayı unutsun, itiraz etmeyi aklına bile getirmesin diye. İşte tam da bu noktada, Erbakan Hoca'nın "önce ahlak ve maneviyat" diyerek yıllar önce kurduğu cümlelerin ne kadar hayati olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü ahlakın bittiği, adaletin yara aldığı, emeğin hor görüldüğü bir düzende, fakirlik sadece cebimizde değil, vicdanlarımızda da derinleşiyor. Erbakan Hocamızdan bahsetmişken, bugün doğumunun 99. yıl dönümünde bile bizim karanlık dünyamıza nasıl ışık tutuğunu müşahede ediyoruz. Onun için de kendisine şükran ve minnet duyarak, rahmet diliyoruz.
Fakirliğin, yoksulluğun ve çaresizliğin adeta bir çığ gibi büyüdüğü bu dönemde, SGK genel müdürünün "Eskiden 50 yaşında ölüyorduk, bugün emekli 78 yaşına kadar maaş alıyor" şeklindeki sözü milletin vicdanında derin bir yara açmıştır. Düşünün, ülkenin sosyal güvenliğinden sorumlu olan kişi, emeklilerin uzun yaşamasını bir yük, bir problem olarak görüyor! Bu nasıl bir anlayıştır, bu nasıl bir vicdansızlıktır Yani bu mantığa göre, yaşlılar ölürse ekonomi düzelecek, bütçe rahatlayacak öyle mi O halde buyurun, koronayı geri çağıralım, emekliler ölsün, yaşlılar azalsın, belki kasalar dolar! Yazık, gerçekten yazık… Ülkenin ekonomisini bu denli sığ bir bakışla yönetenlerin elinde 86 milyonun geleceği nasıl güvende olabilir Bu düşünce tarzı, insanı merkeze almayan, sadece rakamlara bakan, yürekten ve vicdandan nasibini almamış bir sistemin en net göstergesidir. Bugün pazara çıkan emekli, torununa bir kilo meyve alırken bile iki kez düşünüyor; çünkü aldığı maaş yetmiyor, çünkü hayat pahalılığı aldı başını gidiyor. Ama bu zatın gözünde sorun, o emeklinin uzun yaşaması! Oysa gerçek sebep; üretimin bitmesi, alın terinin değersizleşmesi, yolsuzluğun sistemleşmesi, israfın olağan hale gelmesidir. İşte bu yüzden yıllardır söylüyoruz: Liyakat olmayınca çürüme başlar, samimiyet olmayınca adalet ölür, hak ve hukuk olmayınca toplum köleleşir. Bu ülkeyi akılla, adaletle değil de kibirle, çıkarla yönetenler var oldukça; bu milletin, bu ümmetin Siyonizm'in ve küresel sömürü çarklarının kolay lokması olması kaçınılmazdır. Çünkü mesele sadece ekonomi değil; mesele insanı, emeği, vicdanı yok sayan bir zihniyetin hâlâ iş başında olmasıdır.

8