Sosyal çürüme yazıları 10: Çıplaklığı özgürlük zannedenler cumhuriyeti

Çok sert bir başlık attığımı düşünebilirsiniz bugünkü yazıma. Fakat Türkiye'nin politik kamularından biri haline gelen sosyal medyada bu "giyinme-örtünme" ve benzeri meselelerin tartışılma hızına ve dozuna bakarsak başlığa "hafif kaldı" bile denilebilir. Zannedilenin aksine Türkiye'de "giyinme ve sınırları" bahsi muhafazakârlar ile sekülerler arasında ilerleyen "tek katmanlı" bir tartışma zemini değil. Kadın hakları-erkek hakları, kadın kimliği-erkek kimliği, feminizm, bastırılmış erkek olgusu gibi pek çok bağlamı ve katmanı var. Diğer yandan tartışma muhafazakârlarla sekülerler, sekülerlerle sekülerler ve muhafazakârlarla muhafazakârlar arasında da süregidiyor. Şöyle: "Giyinme ve sınırları" meselesi bir toplumsal derin dalga tartışması olarak olanca ağırlığı, sertliği ve şenliği ile devam ediyor. Ve ben bunu oldukça dikkate değer buluyorum. Meseleyi biraz geriden almakta fayda var. "Giyinme ve sınırları" tartışması yüzyıllar içerisinde sürekli "hâkim kültür ve moda endüstrisi" lehine sonuçlanan bir seyir göstermiş. Kadınlar her seferinde "istediğimi giyerim" demiş ve her seferinde kazanmışlar bu mücadeleyi. Dünyadaki seyrine paralel olarak Türkiye'de de böyle olmuş bu süreç. Bu söylediğime bir dünya itiraz yükselecektir elbette ama şöyle düşünüyorum ben. Moda ve kültür endüstrisi, kadına sürekli "kendini hem karşı cinse hem hemcinslerine beğendir, herkesle kıyasıya bir rekabet halinde ol ve bir arzu nesnesi haline gel" demiş. Gelinen noktada bir kadının en önemli harcama kalemleri giyim-kuşam, makyaj malzemesi ve estetik harcamalar durumunda. "Bunu devasa bir kârlılığa çeviren kimdir" sorusu ise cevaplanması elzem bir soru. Konuyu girift hale getiren şey ise bence şu. Bugün kadınlar "istediklerini giyme" işini çok temel bir özgürlük alanı olarak tanımlıyorlar ve kendilerince çok da haklılar. "Kimin ne giyeceğine, kimin hangi kıyafetle dolaşacağına kişinin kendisinden başka hiç kimse karar veremez" diyorlar. Bu cümlelerinde de haklılar. Tabii kadın-erkek ayırmadan söyleyelim, kimin ne giyeceğine devasa bir tüketim mekanizmasının karar verdiği gerçeği hepimizin özenle pas geçtiği bir gerçek olarak orta yerde. Ama dedim ya, o gerçeği pas geçmek çok kolay. Türkiye'de "giyinme ve sınırları" tartışmasının güncel formu en çok "kadınlar istediğini giyecek, erkekler de kendilerini eğiterek onları rahatsız etmeyecek" noktasında ilerliyor. Tabii ki ve elbette. Kadınlar sokakta çırılçıplak dolaşsa dahi bir erkeğe düşen onlara bakmamak, onları rahatsız etmemektir. Bunu ister dini bir referans olan "Müslüman erkeklere de söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar" zaviyesinden ele alalım; ister seküler ahlak zaviyesinden ele alalım, böyledir. Fakat burada mesaj birdenbire bulanıklaşmaya da başlar. "İstediğimi giyeyim, bedenimin istediğim yerini göstereyim ama hiçbir erkek bana bakmasın" pozisyonu kadın açısından da erkek açısından da imkânsız bir pozisyondur zira. Beğenilmek, arzu edilmek hissi olmaksızın salt bir "endüstrinin istediği şekilde giyinme" imkânsız pozisyondur çünkü. O halde şu. "İstediğimi giyerim, kimse de bana bakmasın" diyen aslında "benim bakmasına onay-izin verdiklerim hariç" de diyordur aynı zamanda. Ama işte, bu mekanizma her zaman kadının ya da erkeğin istediği gibi ilerlemeyebilir. Avrupa'da da, Türkiye'de de, Amerika'da da ne yazık ki durum budur. Geçenlerde New York sokaklarında yürüyen bir Türk kızının maruz kaldığı sözlü tacizleri kaydettiği bir video izleyip insanlığımdan