Büyük iğnelerle delmek
"Ağzı dualı teyzeleri doğru anlayabilseydik 20. yüzyılda çok farklı bir hikayemiz olabilirdi" cümlesini artık pek de romantik bulmuyordur insanlar. Hatta belki de artık insanların çoğu "ağzı dualı teyze" ne demek, onu da bilmiyorlardır. Adımını atarken besmele, otururken dua, kalkarken salavat. Vardı öyle teyzeler hayatımızda. Bir serçeden daha ürkek olduklarını sanırdınız ilk bakışta. Bazıları şahin, bazıları da aslan olurlardı ama pek bilinemezdi bu.
Artık bunu bilene de pek rastlanmıyor. Muzaffer Özak Efendi rahmetlinin bir vaazında denk gelmiştim. İnsanlara bakınca karşısında hayvan suretleri gören kalp gözü açık bir adamdan, belki de bir meczuptan söz ediyordu. İşte dermiş "şu kobra yılanıdır, şu eşektir, şu güvercindir."
Her hayvanın belirgin özelliğinin insan karakteri mecmuasında birer cüz olduğunu konuşabileceğimiz kimse de kalmadı artık. Şu yukarıdaki hikayeyi anlatsak "olur mu canım öyle şey" deyip geçer çoğu. Oysa hakikatin ta kendisidir bu.
O meczup dermiş işte "baktığım insanların pek azının hem sureti hem aslı insan olur" diye. Ne dehşetengiz mesele. Ne karanlık bir dehliz. Yahut ne aydınlık bir koridor.
Musafaha ederdi değil mi eskiden dağ gibi olup da yaşlılık nedeniyle nokta kadar kalan yaşlı amcalar. Birbirlerinin ellerini iki elleriyle sıkarlarken Fahr-i Kainat Efendimiz (s.a.v)'e salavat getirirlerdi. Sonra ellerini yüzlerine sürerlerdi. Yani iki insan, birbirleriyle karşılaşmayı yahut bir daha görüşmek umuduyla ayrılmayı bir salat-ü selam vesilesi addederdi. Çekildiler hayattan o amcalar. Yerlerine biz geldik. Zamanı bilebilmek için saate bakmak zorunda olan alıklar topluluğu olarak plazaların dev anası ağızlarından girip akşama kadar debelenmeyi özgürlük, ilerdelik, gelişmişlik sayanlar yani.
Hiç olmazsa anlasaydık şimşek çaktığında o sincap niçin götürüyor elini kalbine Hiç olmazsa o kadarını anlayabilseydik.
Cemaatle kılınan namazın ardından dolaysızca, teklifsizce, sadece boğazını temizlemek için bir iki kere öksürüp ilahiye giren adamlar vardı, kadınlar vardı. Bazen "Gül ilahisi" okurlardı. Bazen "Medine'ye varamadım" okurlardı. Bazen kervan göçerdi ve hepimiz kalırdık dağlar başında. Hemen hiçbir şey "profesyonel" değildi. Şimdi maşallah, organizasyonlar, performanslar, şunlar bunlar.
Çocukluğumda mahallede "iftar daveti" dediğimiz şey konu komşunun bir araya gelip, zenginle fakirin kaynaşıp çemberleşerek oturduğu sofra demekti. Çorba, eti gayet az bir sebze yemeği, sade pilav ve hoşaf. Bir de belki revani falan gibi bir tatlı. Şimdi iftar davetinin set menüsü bilmem kaç para ve bak ara sıcak olarak pazı sarması servis edilmesi çok iyi fikir şekerim.
Yok. Nostalji yapmıyorum. Nostaljik takılmak huyum değildir. Eskide kalmak, eskide takılmak filan. Bütün o gramofonlar falan. Bütün o "aslında eskiden her şey çok güzelmiş"ler falan. Hiç sevmem.
Benimkisi galiba biraz "bir şey vardı. O olan şeyin artıları vardı. Çok organik bir şeydi o. Orasını bir yeniden kurcalasak bize bir imkan doğar mı" fikrinden hareket etme derdi.
Orada ne vardı "Din samimiyettir" ilkesinin ete kemiğe bürünmüş neşesi vardı. Üretilmiş, planlanmış, süreçleri düşünülmüş, sonuçları hesaplanmış etkinliklerin asık suratı değil de ağzı biraz büyükçe bir iğneyle delindiği için evin çocuğu sıktığında "foş" diye elinize dolan gül suyunun o beklenmedik amatörlüğü, o hafif bayat ama bir yandan da ferahlatan kokusu sanki.
Büyük iğnelerle delmeyi unutmuşuzdur belki de.
Belki de artık her şeyin böyle olması gerekiyordur. Yavan, profesyonel ve aşksız. Bilemedim ki.
Allah. Eyvallah.
Not: Gazetemizin baskılı haline yetiştiremedim bu açıklamayı. Ancak internete yetişti.