Bu yazıyı bu deliden başka kimse yazmaz

Linçlerden linç beğeneceğim, yerden yere vurulacağım, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından dinden çıkartılacağım, "Zaten biz bunun sapık olduğunu biliyorduk" cümlelerinin havada uçuşacağı işbu yazıyı yazmaya karar vermemin "delilik"ten başka izahı yok. Bir kere âşık olup, "pirimiz" demişiz Yunus'a. Dolayısıyla "Ya ben öleyim mi söylemeyince" demekten gayrısı yazılmamış boynumuza.Daha önce bir bağlamda söylemiş idim. Cümle şu: "Din, kültür değildir ama kültürsüz din olmaz."Yani kabaca şudur. Din, bir "kültür" önerisi ile gelmez. Vahyin bir yöntem olarak hitap ettiği toplumun kültürünün içinden konuşuyor olması, dinin bir kültür vazettiği anlamına gelmez. Dinin ürettiği kültür, bu aşamanın bir sonucu olarak ve insanlar eliyle ortaya konulur. "Din kültürü"nü birinci elden oluşturanlarsa elbette vahyin pratize edicisi, öğreticisi peygamberlerdir.Geniş bir kavram elbette "din kültürü" kavramı. Hem zamandan zamana, hem anlayıştan anlayışa, hem topluluktan topluluğa, hem etkileşimden etkileşime evrilip devrilerek çeşitli genişlemeler ve daralmalar elde etmiş bir kavram.İştah açıcı bir mesele olduğu için konuyu uzatmaya meyyalim ama yerim dar. Dolayısıyla doğrudan meramıma geleyim.Müslümanların dinin etrafında oluşturduğu kültür, giderek dinin bizatihi içine de sızmış elbette zamanla. Bu, kaçınılmaz bir süreç olarak böyle gelişmiş. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Anlaşılmayacak taraf ise insanların "Benim kültürüm böyle" demek yerine "Benim dinim böyle" deme noktasına çok hızla gelmeleri olmuş. Eh, din, kültüre tahakküm kurabilen bir kavram olduğu için insanlar "daha güçlü olan"a meyletmiş. Aslını isterseniz bu bile oldukça anlaşılır bir davranış. Onaylanmayacak ama anlaşılabilecek bir davranış.Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların "kültürden bağımsız" ilerlemediğini de görürüz derhal. Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız. Bu, neredeyse kaçınılmaz bir gerçekliktir. Deniz kenarında yaşıyorsanız denizden elde edilen canlılarla ilgili geniş bir fıkhi değerlendirmeniz olur, bozkırda yaşıyorsanız tarımsal üretim fıkhı çalışırsınız. Zira kültür ihtiyacı, ihtiyaç çıktıyı belirler.Geçtiğimiz günlerde Kadem'in dergisinde yayınlanan bir yazı üzerinden gelişen tartışmalar çerçevesinde yeniden düşündüm yukarıda bahsettiğim meseleleri. Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerini "ataerkil, erkek egemen dil kullanmakla" tanımlayan bu yazıdan sonra kızılca kıyamet kopmuştu çünkü. Yazıyı yazan Esra Aslan Turan'ın ne kâfirliği kaldı ne sapkınlığı.Şöyle sonuçlara ulaştım bu tartışma bağlamında.Ömer Nasuhi Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya bakımından yazdıklarında da, fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi adına. O "modern duruma geçiş" yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak elbette yaşadığı toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden hareketle gerçekleştirdi ödevini.Fakat tabii şudur. Bir insanın kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamlardan kopararak "eleştirmek" ne kadar yanlışsa o metni "mutlaklaştırmak" ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.Modern