Zaman Aynasında Bediüzzaman Portresi

- BEDİÜZZAMAN; İHLÂSLI, MÜŞFİK, MÜSAMAHALI MANEVÎ ŞAHSİYETİN EN GÜZEL ÖRNEĞİNİ BİZZAT YAŞAYARAK VERDİ. BU HİLYENİN DE İMAN-KUR'ÂN DAVASI VE O DAVANIN BÜRHANI OLAN RİSALE-İ NUR'UN, NUR HAREKETİNİN, ŞAHS-I MANEVÎSİNE MÂL OLARAK DEVAM ETMESİ GEREKİRDİ.

- BU UZUN ÖMÜRLÜ, MÜESSİR, HAYATTAR ŞAHS-I MANEVÎ PORTRESİNİN, BİR BAŞKA DEYİŞLE İÇTİMAÎ, CEMAATÎ HİLYENİN TEŞEKKÜLÜNÜN, NUR HİZMETİ İLE BİRLİKTE DEVAM ETMESİ İÇİN ONUN EŞKÂLİ, EF'ÂLİ, ETVÂRI MAHİYETİNDEKİ MEZKÛR HUSUSİYETLERİ, TALEBELERİNİN DE TAŞIYIP YAŞAYARAK YAŞATMALARINI TAVSİYE ETTİ.

- BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN, RİSALE-İ NUR'UN VE NUR ŞAKİRDLERİNİN, NURANÎ HATLARLA DÜNYA ÂYİNESİNDE VE ZAMAN TUVALİNDE TEMESSÜL İLE PARLAYAN HİLYELERİ, YANİ PORTRELERİ DÜNYA HAYATINI, AHİRET HAYATINA DA İN'İKÂS EDECEK ŞEKİLDE GÜZELLEŞTİRMEKTE. İNŞAALLAH KIYAMETE KADAR DA GÜZELLEŞTİRMEYE DEVAM EDECEK.

'Hidayet nurları ve büyük insanların sevimli timsalleri.'

Bunların, dünya hayatını güzelleştiren sebepler, vesileler olduğunu söyler Said Nursî Hazretleri. Hidayet nurlarını neşretmesi ve büyük insanlara has vasıflar taşıması hasebiyle o da dünya hayatının güzelleşmesine vesile olan büyük insanlardan biriydi. Bu maddî manevî güzelliği şahsına münhasır ve ömrü ile mukayyet hâle getirmemek için zaman tuvaline portresini çizercesine hayatının bazı hususî hallerini dünya aynasında temessül ettirmişti.

Bediüzzaman Said Nursî'nin hilkati gibi hilyesi; yani ef'ali, ahvali, eşkâli, sureti de müstesna idi. Yüz hatları ciddî, müşekkel ve güzeldi. 'Hayat ve ömür âyinesine' akseden zahirî görünüşü beşeriyetin süsü, ziyneti, cevheri sayılırdı. Onu gören insanların ekserisi öyle bir simaya, surete, hey'ete ve güzel sıfatlara sahip olmayı arzu ederdi.

Suretinin hususiyetleri ile siretinin meziyetleri birbirine mütenasipti ve birbirinin mütemmimi idi. Huyu, mizacı, karakteri, şahsiyeti, hareketleri, tavırları, yiyip içmesi, kıyafeti, giyim kuşamı, ibadet ve zikir hâlleri kendisine hastı. Çünkü o maddî, manevî yönden zamanının numune-i imtisâli idi.

Bediüzzaman, uzuna yakın orta boylu, atletik yapılı, sağlam, sağlıklı, mehabetli bir bünyeye sahipti. Boyuna mütenasip olarak dikine uzayan, buğday tenli 'alâmet-i fârika-i saniyesi' yani yüzünün, onu başkalarından ayıran ikinci derecedeki hatları tam, fıtrî haliyle mütebessim bir sîması vardı.

Çehresinde heybet, mehabet, şefkat, ciddiyet, tebessüm, tevazu, teslimiyet gibi bir yüzde bulunabilecek bütün hatlar mevcuttu. Bunları manevî meziyetlerle mezcettiği için kim nasıl görmek isterse veya o kime ne zaman, nasıl görünmesi gerekiyorsa ona o şekilde görünecek müstesna hususiyetleri haizdi.

Enine uzanan hayal yumuşaklığındaki birkaç çizgi ile şekillenen alnı açık, elmacık kemikleri belirgin, kulakları düzgün, yanakları dolgundu. Yüz hatlarına bir buket görüntüsü kazandıran çenesi bariz, gamzeleri derin, ağzı hafif kavisli, cildi pürüzsüz ve berrak, çehresi aydınlıktı.

Kalın ve hafif kavisli kaşlarının arasındaki kısa, dikine paralel iki çizgi ile geniş alnına bağlanan müşekkel burnu, yüz hatlarına ciddi, mehabetli bir görüntü verirken, dolgunca dudakları, çocukluğundan beri az konuşup çok okuduğundan ve zikrettiğinden olsa gerek, biraz içe doğru meyilliydi.

Nuranî simasının en dikkat çekici uzvu, kendi tavsifiyle ela gözleriydi. İrice ve belirgin şekliyle yuvasını dolduran bu gözler, ruhunun derinliklerinde ummanlaşan nurun parlaklığıyla güçlü bir ışık kaynağı haline geldiğinden o kadar keskin, ciddi ve müessirdi ki görmek mümkün olsa da bakmak asla kabil değildi.

Yerini dolduran kalın bıyıkları muntazam ve tertipli, kaşları hafif çatık, kavisli ve gürdü. Bütün maneviyat ehli insanlar gibi onun da başı her zaman kapalı olduğundan saçlarının şekli pek görünmezdi, ama şakakları ve ensesindeki uçlarından saç tellerinin kalın, düz ve uzunca olduğu belliydi.

KIYAFETLERİ HAYAT DEVRELERİNE GÖRE DEĞİŞTİ

Hayatının Eski Said safhasında ekseriyetle yerli dokuma yün kumaştan dikilen mahallî kıyafetler giyer, beline kalın kuşak sarar, gümüş hançer takardı. Savaş yıllarında, emrindeki gönüllü talebelerinin kıyafetlerine uygun olacak şekilde, kendisine has keçe külâhlı alay kumandanı üniforması giymişti.

İyi ata biner, at üzerinde hızla giderken bile silâhla isabetli atışlar yapardı. Zahirî görünüşüne, hâline, tavrına, duruşuna, kıyafetine, kisvesine bakıldığı zaman; güçlü bedeni ile mâsivâyı muhit, mâverâya müheyya ruhu arasında mükemmel bir insicamın olduğu hemen fark edilirdi.

Hayatının Yeni Said safhasında ilk zamanlar âlimlere has sarık sarar, cübbe giyerdi. Elbiselerinin temizliğine çok itina gösterirdi. Çamaşırlarını ve diğer esvabını başkalarına yıkattığı zaman-muhtemelen Şâfiî mezhebi öyle iktiza ettiğinden-ayrıca el değmeden durulanmasını isterdi.

Evinde telifatla, tashihatla meşgul olduğunda ve tefekkür, tezekkür, tenezzüh yürüyüşleri yapacağı vakitlerde de ekseriyetle rahat hareket edebileceği, geniş şalvarın üzerine, kalın kumaştan dikilmiş, önü açık, düğmesiz ferace giyerdi. Muhtemelen taşıdığı manevî sıfatların ve yaşadığı farklı hallerin tezahürü olarak kıyafeti her zaman kendisine has şekiller taşırdı.

Üçüncü Said safhasında beyaz kollu pamuklu hırka, kolları kısa uzun siyah cübbe giyer boynuna beyaz ince kumaştan atkı dolardı. Genişçe bezden ve onunla mütenasip dar, uzun kuşaktan müteşekkil bulut renkli sarığını sarıp başına giydiğinde, üzerinde Peygamber Efendimize (asm) ilk âyetin inzal olunduğu Nur Dağı'nın uzaktan görünüşünü andıran mehabetli bir şekil alırdı.

Çoğu zaman el dokuması düz kumaştan dikilen siyah ve beyaz renkte iki cübbesi olurdu. Cübbesini giyip düğmesiz yakalarını kavuşturduğunda, üzerine kendi renginden onlarca yama üstüne yama vurularak kalınlaşmasına rağmen yürüyüş esnasında rüzgârla temasa geçince gümüş tül inceliği ve ten canlılığı kazanıverirdi.

Sarığını sarış tarzı ve cübbesini giyiş şekli o kadar kendisine hastı ki daha önce hiç örneğine rastlanmamıştı, kendisinden sonra da onun gibi giyinen kimse olmadı. Zaten manevî sıfatlar taşıyan büyük âlimler ibadetleri, giyim kuşamları ve yeme içmeleri ile taklit edilemezlerdi.

Hayatının her anını Kur'ân-ı Kerime, Sünnet-i Seniyeye müraat ederek yaşardı. Ondan Kur'ân'a, Sünnete uymayan hiçbir hal, hareket, söz sudur etmezdi. Sadece evlenmek ve sakal bırakmak gibi iki sünneti yerine getirememişti. Ev bark, mal mülk, çoluk çocuk gailesi taşımadan bütün zamanını davasına harcamak için evlenmemişti.

Sakal bıraktığı takdirde kesmemesi, hayatı pahasına da olsa kestirmemesi, koruması gerekirdi. Ömrünün çoğu hapishanelerde, sürgünlerde, mahkemelerde geçtiğinden sakal bırakmayı yasaklayan mütegallibelerin sakalına tasallut etmelerine fırsat vermemek için sakal bırakmamıştı. Ama ömrünün son Ramazanında sakalını kesmediği için âlem-i berzaha sakallı giderek bir bakıma o sünneti de yerine getirmişti.

"İktisadın harikulâde bereketi ile iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi gelir. Günde kırk para ile yaşarım. Bütün Ramazan üç ekmek, bir kıyye pirinç, az tereyağı bana yetti. Altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. (Emirdağ Lahikası s: 52 vs.)

Kendisinin değişik vesilelerle bu şekilde de ifade ettiği gibi her hâli ile müstağni, muktesit bir hayat yaşadı. Hangi sebeple ne olursa olsun, resmî makamlarda bulunan insanlar dahil kimseden küçük-büyük, az-çok, değerli-değersiz hediye almazdı. Bazılarının hatırını kırmayıp aldığı zaman da fazlasıyla karşılığını verirdi.

AZ YER, AZ UYUR, AZ KONUŞURDU

Akşam namazını ve tesbihatı müteakip birkaç saat istirahat eder, sonra kalkıp bütün gece evradla, zikirle, ibadetle meşgul olurdu. Hizmetindeki talebeleri, onun hiç uzanarak yattığını görmediklerini söylerlerdi. Sabah namazını talebeleri ile eda eder, duha vaktine kadar onlarla birlikte Risâle okurdu.

Kuşluk ve akşam olmak üzere günde iki öğün yerdi. Ekseriyetle pirinç ve şehriye cinsinden az miktar çorba yapar veya yaptırır, yemeğini odasında yalnız yerdi. Sağlıklı beslenmesine dikkat eder, bazı öğünler yumurta, bal, hurma, incir, üzüm, erik kompostosu gibi meyveler yer, talebelerine ve misafirlerine de ikram ederdi. Arada bir kuzu etli, yoğurtlu, mugaddi yemekler yaptırırdı.

Çok zehirlenmekten ileri gelen tesemmüm hastalığının hararetini aldığı için yaz kış soğuk veya buzlu su içerdi. Dağların yüksek yamaçlarındaki kaynaklardan getirttiği suyu yemekten önce içer, yemek sırasında herhangi bir şey içmezdi. Çayı günde iki kez, yemekten en az iki saat kadar sonra birkaç bardak içer her bardağa iki üç damla limon damlatırdı.

Günlük hayatın akışını teşkil eden bu gibi maddî ve zahirî unsurların intizamına, insicamına, temizliğine itina gösteren Bediüzzaman mümkün olduğu kadar nazarlardan uzak durmaya çalışırdı. Bilhassa akşamdan sabaha kadar hizmetini gören talebelerinin bile yanına gelmesine müsaade etmezdi.

"Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hak çok şükür beni kendime beğendirmemiş."

Böyle diyerek 'hayat-ı dünyeviye için ve şahsını mübarek, makam sahibi zannedip ziyarete gelenlere kapısını kapattı.' (Mektubat, s:575) Böylece 'tama' ve maaş yüzünden bid'alara giren ve ihlâsı kaybeden âlimlere' (Emirdağ Lahikası s: 52) ve onlara itibar eden avam-ı mü'minîne hayatî dersler verdi.

ŞAHSI İÇİN MÜTEVAZI, DAVASI İÇİN ŞECAATLİYDİ

Şahsı ve nefsi medar-ı bahs olduğunda ne kadar mütevazı tavırlar içine girerse; dinini, davasını ilgilendiren bir mesele zuhur ettiği zaman da o kadar müsterih ve müftehir tavırlar takınırdı. Fıtratının yanı sıra, insanların hissiyatlarına hâkim olan beşerî zaafları da göz önünde bulundurarak şahsını nazara vermekten veya zahiren dikkat çekecek hareketler yapmaktan içtinap ederdi.

Buna mukabil, İslâm dininin şeairini taşıdığı hâllerde ve davası adına konuştuğu zamanlarda, haykırırcasına hamasî ifadeler kullanmakta bir an bile tereddüt etmezdi. Meselâ, sürgün olarak Barla'da kaldığı yıllarda, emniyet kuvvetlerinin 'Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz' diyerek kasabanın dışına bile çıkmasına izin vermemelerini hayretle karşıladı.

"Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız hâlde neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, dîvâne gibi hükmediyorsunuz Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani odamın kapısına durup bana 'Çıkmayacaksın' diyebilir."

Bu gibi ifadelerle mütegallibelere; davası uğruna her türlü tahakküme tahammül eden İkinci Said'in hâlet-i ruhiyesi içinde hitap etti. Şahsını davasından ayırdı, şahsî kuvvetinin olmadığını söyleyerek, memleketinden sürgün edilmesini örnek gösterdi ve kendisinden korkulmasının yersiz, mesnetsiz olduğunu hatırlatıp sözü mesleğine yani davasına getirdi.

"Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ân'a âit dellallığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imâniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek îtibârıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun." (Mektubat s: 120)

CESARETİ İMANINDAN GELİYORDU

Bu ifadeler onun davasının büyüklüğünün ve davasına olan güveninin, bağlılığının, sadakatinin tezahürü idi. Böyle sözlerin, düşmanlarına gözdağı vermek maksadıyla söylenmiş mübalağalı ifadeler olduğunun anlaşılmaması için sözünü ettiği gücü Kur'ân'dan, imandan aldığını açıkladı.

Bunu yaparken; İslâm dinine düşman, iman-Kur'ân davasına muarız olan dessas komitelerin dayandıkları felsefî fikirler, ütopik düşünceler karşısında, ortaya koyduğu iman Kur'ân esaslarını ve Avrupalı filozoflarla yaptığı fiilî, gaybî, gıyabî münazaraları nazara vermeyi de ihmal etmedi.

"Çünkü Kur'ân-ı Hâkimin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu hâlde, bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imâniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal'alarını zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfîkıyla beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlup edemezler." (a.g.e.)