"Sungur, fenâfinnur olmaya mecburdur"

Mustafa Sungur Ağabey vefatının 11. yılında rahmetle yad ediliyor

Bir ikindi vakti, Ceylân'ın refakatinde huzuruna çıktığında, onu "manevî baba şefkatiyle" karşılayan Said Nursî, "Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylân'dır" diyerek onu da manevî evlâtlığa kabul etti.

Mustafa Sungur, 1929 yılında, Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesinde dünyaya geldi. Babası, Seyyid sıfatı taşıyan Mekkeli Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi; annesi, geçmişi Buhara'ya dayanan Cemile Hanımdır.

Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü. Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur'ân okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.

İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu'daki Gölköy Köy Enstitüsüne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesine yazdığı temyiz lâyihasında, "Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti"1 diyerek de ifade ettiği gibi, okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.

O yıllarda, bütün okullarda, "Biz dini toprağa gömdük" diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa, ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.

Said Nursî'nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okulada, "Kastamonu'da bir hoca varmış, Cenneti ve Cehennemi görerek kitap yazarmış" diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.

Enstitüyü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman'dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merakı arttı.

1945 yılında, Mehmed Güngör'le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman, daha çocuk denecek yaşta iken baba mesuliyeti ile tanıştı.

Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkikî hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nurcularla tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz'ü ve Âyetü'l-Kübrâ'yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.

"Fâniden bâkiye ulaşmanın manasıdır," diye tarif ettiği ve âşina olmaya çalıştığı bu yeni hayat hâlinin tesiriyle, Risale-i Nur'ları "hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine" okuyup yazmaya başladı.

Risale-i Nur'larla meşgul oldukça Said Nursî'ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona, "Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum" gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı. Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince, 1947 yılının Eylül ayında ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ'a gitti.

Bir ikindi vakti, Ceylân'ın refakatinde huzuruna çıktığında, onu "manevî baba şefkatiyle" karşılayan Said Nursî, "Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylân'dır" diyerek onu da manevî evlâtlığa kabul etti.

Üstadına manevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürurunu, önce kendisine Risale-i Nur'u tanıtan insanlarla paylaştı. Ardından Kastamonu'ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi, Çaycı Emin Beyi, Hakkı Beyi ve mahallin diğer Nurcularını tek tek ziyaret ederek tanıştı ve hizmet kadrosuna dahil oldu. Onların da teşvikiyle, şevkle çalışmaya başladı.

Bir süre sonra Afyon hâdisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun da evi arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesinde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon'a sevk edildi.

Safranbolu savcısının yaptığı gibi Afyon Adliyesinde ifadesini alan sorgu hakimi de azarlayan bir ses tonu ile ona Said Nursî'yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı: "Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır."

Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.

"O baştanbaşa bir nurdur!" diye haykırdı.

"Çııııkk!.." diye bağırdı sorgu hakimi de.

Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur, Afyon Hapishanesine gönderildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için dua ettiğinden, dualarının kabul olduğunu görmenin sevincini yaşadı.

Bütün Nurcular gibi o da çıkarıldığı mahkemede, "Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risale-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem'aları ve Şuaları Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın birer nuranî tefsiridir; manevî hastalıkları ve manevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir"2 diyerek şahsından ziyade Risale-i Nur'u müdafaa etti.

Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesinde kaldığından Afyon Hapishanesinde dört ay yattı.

...

O da diğer saff-ı evveller, erkânlar, hassü'l-haslar gibi Said Nursî'nin etrafında hâlelenerek vefatına kadar yanından pek ayrılmadı. Onun verdiği "Fenâfi'n-Nur" sıfatı da asıl ondan sonra tezahür etmeye başladı.

"Ben Sungur'u Rusya'ya, Tiflis'e göndereceğim."

Bediüzzaman Said Nursî böyle demişti, Samsun savcılığının talebi üzerine deniz yolu ile oraya gitmek üzere Emirdağ'dan İstanbul'a geldiğinde. O zaman Mustafa Sungur, Samsun Hapishanesinde idi. Orada on bir ay yattıktan sonra beraat edip tahliye olmuş ve Üstadının yanına gelerek hizmetlerine devam etmişti. Üç sene sonra askerliğini Samsun'da yapmış, terhis olunca da Isparta'ya dönmüştü. Bediüzzaman onun askerliğini Samsun'da yaptığını öğrenince, "Ben seni Rusya'ya göndereceğim demiştim, demek bu mana imiş"3 diye lâtife ederek karşılamıştı.

Samsun'un Karadeniz bölgesinde bulunmasını, Karadeniz'in de Rusya ile Türkiye arasında sınır olmasını nazara alan Mustafa Sungur da o sözü hatırladıkça Üstadının, bu komşuluk münasebetini hatırlatarak kendisini taltif etmek istediğini düşünmüştü.

Çünkü o zaman Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adı altında dünyanın üçte birini istilâ edip insanlığı küfrün karanlığında boğmaya çalışan zalim, kanlı bir rejim olan Komünizmin mümessili idi ve Demir Perde tabir edilen o ülkelere girip iman mücadelesi vermek neredeyse imkânsız gibiydi.

Onun için Sungur, Bediüzzaman'ın mezkûr lâtifesinin istikbale ait bir tavzif olabileceğini pek düşünmediğinden, o hayattayken her sözünü hatırladığı, her hatırasını hafızasına kaydettiği ve her vesile ile bunları nazara verdiği hâlde, o sözü pek medar-ı bahs etmedi.

Üstadının vefatından sonra ise, Nur hizmeti kendi içinde kısmî bir dalgalanmaya maruz kaldığı; Zübeyir, Tahirî, Ceylân, Bayram, Hüsnü, Abdullah ve diğer saff-ı evveller gibi Sungur da kendini Nur hizmetinin sükûnetini, istikrarını sağlamakla vazifeli bildiği için, bütün gücü ile cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalıştı.

...

Risale-i Nur hizmeti medar-ı bahs olduğu zaman ne engel tanıdı, ne yorgunluk hissetti. Her an harekete hazır bir vaziyette bekledi ve gelen her davete, uzak yakın, küçük büyük demeden icabet etti.

Fenâfi'n-Nur olmanın verdiği hizmet şevkiyle dünyanın, Türkiye'ye çok uzak ülkelerini bile defalarca dolaştı, ama sınır komşusu olduğu ve Üstadı oralara göndereceğini söylediği hâlde Rusya'ya da, Tiflis'e de gidemedi.

Tâ ki, 1987 yılında Moskova'da Gorbaçov tarafından glasnost ve perestroyka hareketlerinin ilân edilmesiyle başlayıp, 1989'da Almanya'da Utanç Duvarı'nın yıkılmasıyla hızlanan Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar.