Sevgili okurlarım hepiniz benim Adana sevgimi bilirsiniz. İşte gene 32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali nedeniyle Adana'dayım. Öncelikle Silivri'de tutuklu Adana Belediye Başkanı Zeydan Karalar'a seslenmek istiyorum: "Sevgili başkan çalışma arkadaşlarınız çok başarılı bir festival gerçekleştirdiler. Yüreğiniz ferahlasın!"
Şimdi gelelim Adana'daki Işıl'a. Dostlarım okurlarım pek çok yazarın, film yönetmeninin, oyuncunun Adana kökenli olması sıradan bir tesadüf değildir, Adana geç bir Hitit devletinin uzantısıdır ve her yer insan hikâyeleriyle doludur. Eh bu kadar insan hikâyesi dolu bir kentte ben de sadece film seyretmedim bir Alevi bölgesi olan Havuzlu Bahçe'de, kapısında "Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı" yazan kapıyı çaldım. Kapısını çaldığım evi çok eskilerden beri tanırım çünkü evin babası uzun yıllar benim kayınpederimdi. Kimden söz ediyorum: Süleyman Özgentürk'ten. Bayramları küçük büyük herkesin elini öpmek için sıraya girdiği, bir eğitim gönüllüsünden. Berberlik yaparak fedakâr eşiyle birlikte dokuz çocuk büyüttü ayrıca mahallenin gençleri de onun çocuklarıydı. Ve vasiyetinde bahçesinde yemek yediğimiz, müzik eşliğinde oynadığımız güzelim evinin bir eğitim kurumuna bağışlanmasını istedi. ocukları isteğini yerine getirdiler şimdi orada çocuklar bilgisayardan yaptıkları maketin çıktısını alıyorlar, satranç oynuyorlar, derslerine çalışıyorlar, bahçede top oynuyorlar; onlara kim yardımcı oluyor gönüllü üniversite öğrencileri, öğretim üyeleri ve çocukları çok seven gönüllü anneler. O kadar çok istek var, o kadar çok kayıt yapılıyor ki sayıları bu eğitim yılında şimdiden 500'ü geçmiş. Vakıftan çıkarken kızlarından Nilgün bacımın anlattığı bir hikâye beni buluyor. 12 Eylül günleri Süleyman Bey'in üç çocuğu tutuklanmış, Ali, Nebil ve Nilgün Özgentürk Süleyman Bey yollara düşmüş üç çocuğunu ziyaret ediyor ve kızına evlerinde beslediği iki kekliği götürüyor. Tabii keklikler içeri alınmıyor, Nilgün de onları gökyüzüne salıyor. Yıllar sonra Nilgün'ün evine gittiğimde ötüp duran iki keklik gördüm. Gel de ağlama.
Şimdi sevdiğim filmlerden söz etme zamanı geldi. Kısaca "EV" adlı ulusal film yarışmasındaki bu filmimden çıktıktan sonra uzun uzun yürüdüm, film MaraşHatay depreminde evleri yıkılan ve çadırda yaşamaya çalışan üç çocuklu bir aileyi anlatıyor. Ama öyle bir anlatıyor ki adeta ben kendimi yeniden evlerini yapmak için çırpınan o ailenin bir ferdi gibi görmeye başladım. Her şey o kadar doğal, o kadar abartısız ki. "Acaba bir belgesel mi izliyorum" diye kendi kendime sordum ama hayır yönetmen ve ekibi o denli gerçekçi bir anlatım seçmişler ki kendimi çimdikleyip "Hayır bu bir kurmaca" diyorum. Yönetmen Orhan Eskiköy'ü, görüntü yönetmenini, kurgucu ve tüm oyuncuları canı gönülden kutlarım. Ve dilerim depremde evleri yıkılan binlerce kişi birlikte mücadele edip terk etmedikleri kentlerinde evlerine kavuşurlar.