Türkiye rönesansının kırılması
Rönesansımızın, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye'sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.
AÇIK bir bilgidir ki, Maveraünnehir, bilhassa bugünkü Orta Asya, 13. ve 14. yüzyıllarda bugünkü İran İslam Rönesansı'nın canlı köşelerinden biriydi. İbn Sînâ, Bîrûnî, Mâverdî gibi isimler; ister tıp, ister astronomi, matematik, tarih, coğrafya, isterse felsefe alanında dünyanın iki ucu arasında -Endülüs ile Doğu İran ve Maveraünnehir arasında- bilgi alışverişinde bulunurdu. Ana dili Farsça olan, ancak Arapça yazıp konuşan bilginlerin yanı sıra Türkler de bu entelektüel ortamda önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihine, Dîvânü Lugâti't-Türk kadar derinlikli bir sözlük yazılmamıştır. Fârâbî gibi isimler eşsizdir. Arap gramerini Fars asıllı bilginler işlerken, İslam'ın nakli ilimlerinde de onların sözü geçerdi. Ali Kuşçu, Timurlenk'in torunu Uluğ Bey zamanında, bu büyük âlim ve hükümdarın himayesi altında yetişmiştir.
Haberin DevamıFatih Sultan Mehmed ve Ali Kuşçu
BİRÇOK ESER KALEME ALDI
"Cehaletiyle meşhur Rum" deyimi, bazı durumlarda Orta Asya ve İran'da kaynayan ilim muhitinde tutunamayan ya da ulema arasındaki çirkin mücadelelerin harcadığı insanları emen bir coğrafya olmuştur. Doğudakilerin Anadolu için kullandığı bu ifadeye rağmen Anadolu, eksiklerinin farkında olarak, medreselerden cami yapımı ve dekorasyonuna kadar Tebriz, Horasan, İsfahan ve Maveraünnehir bölgesinden ve Orta Asya'dan ulemayı ve sanatkârları kendine çekmekten geri durmamıştır. Bu isimleri davet etmekte tereddüt etmemiştir.
Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed'e ilk önce Uzun Hasan'a (Hasan Padişah) hizmet ederek ulaştı. Bu dönemde birçok eser kaleme aldı. Günümüze ulaşanlardan biri, astronomiyle ilgili Farsça bir kitap olan Risale fil-Heye'dir. Orijinal kopyaları buradan dünyaya yayılmış, o dönemde Farsçadan Türkçeye de çevrilmiştir. Er-Risaletü'l-Muhammediyye fi'l-Hisâb gibi, sayısı onu aşan eserleri olduğu bilinmekle birlikte, kaybolan eserlerinin de bulunduğu tahmin edilmektedir. Ali Kuşçu, 15 Aralık 1474 tarihinde Türkiye'de vefat etti ve Eyüp'te defnedildi.
Haberin DevamıATILIMLARIN KÖKÜ BURADA
Fatih Sultan Mehmed, Rönesans Avrupa'sında örneği görülmeyen özgün bir aydındı. Arapça ve Farsçadaki mükemmeliyetinin yanı sıra İtalyanca ve eski Yunancayı da iyi bildiği, sadece Türk kaynaklarında değil, yabancı kaynaklarda ve Bizans'ın son döneminde de hayranlıkla ifade edilmiştir. Resim sanatına yakınlığı, gençliğinde bu konuda eskizler yaptığının bilinmesiyle de dikkat çeker. Doğu Akdeniz'de yaşayan bu özgün aydın hükümdarın çevresini ilk olarak Ali Kuşçu gibi Asya'dan gelen âlimler sardı. Rönesansımız, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye'sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.
Haberin DevamıMEDENİYET TARİHİMİZİN MARATONU
- 1474 yılı 15 Aralık, Ali Kuşçu'nun ölüm yılıdır. Şu anda 550. yılını anıyoruz.
1526 Mohaç Zaferi, Avrupa'daki hâkimiyetimizin ve yerleşmemizin ilk önemli adımlarından biridir ve iki yıl içinde bu askerî zaferin 500. yılını anacağız. Ancak unutmayalım ki, Macaristan, Orta Avrupa'nın Rönesans'ı temsil eden bir ülkesiydi. Balkan milletlerinin kendilerine atfettikleri bu döneme ait Rönesans olayı mübalağa olsa da, Macaristan bu kapsamda bir istisnadır- edebiyatıyla, musikisiyle, mimarisiyle.-
Unutmayalım, Kanuni Sultan Süleyman, Batı müziğini icra eden ya da öğrenen bir Türk değildi, ancak bu müziği dinlemeye meraklı olduğu vekayinamelerden anlaşılmaktadır. Maddi bir kanıt isterseniz, Buda'da Macar kralı Matyas Korvinus'un sarayındaki kütüphaneden alınarak Osmanlı topraklarına getirilen musiki mecmualarını gösterebiliriz. Bu eserlerin Topkapı Sarayı'nda yeniden tamiri ve değerlendirilmesi, yaklaşık 30 yıl önce Macar Bilimler Akademisi ile Topkapı Sarayı'nın işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu, bir dönemin Macar kültürünün Topkapı Sarayı'nda muhafaza edildiğini gösterir.
Haberin DevamıİLİŞKİLER DİPLOMASİYLE YÜRÜTÜLÜYORDU
1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi'nin kuruluşunun 100. yılını gelecek yıl kutlayacağız. Hukuk inkılabımızdan önce eğitim vermeyi amaçlayan bu girişim, o dönemde başarılı bir başlangıç yapamamış olsa da niyeti olumluydu. Özellikle merhum hocamız Coşkun Üçok'un öğrenciliği sırasında edindiği tecrübelerden aktardığına göre, girişim pek başarılı değildi, ancak 1933 üniversite reformuyla gereken atılım yapılmıştır. Bu okulun kuruluşunun bu yıl içinde hakkıyla anılmasını, hukuk tarihi eğitimindeki geçmiş ve bugünkü sorunların ele alınmasını hararetle tavsiye ediyoruz.
1926 yılı, hiç şüphesiz, Türk hukukunun Romanizasyonunda ikinci safhadır. İlk safha nedir diye soracak olursanız, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan itibaren Türk devletinin, bürokrasisinin uluslararası hukuka yakınlaştığını ve en azından Westphalia sistemini öğrenmeye başladığını söyleyebiliriz. Batı ile ilişkiler sadece savaşlarla değil, ticaret ve yoğun diplomasiyle de yürütülüyordu. Türkiye'yi bugünkü hukuk platformuna yaklaştıran bu başlangıçtır. Bu nedenle, 2026 yılını bu konularda akıllıca kutlamalar için ele almak gerekir; belki de geç bile kaldık.
Haberin Devamı2026 yılı ayrıca Bakü Türkoloji Kongresi'nin 100. yıl dönümüdür. Fuad Köprülü'den Ağam Alioğlu'na, Sovyetler Birliği topraklarındaki Türkologlar, kuvvetli Alman ekolü ve Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi'nin ağır toplarıyla temsil edilen bu kongrede, harf devrimi gibi önemli konular tartışılmıştır. Sol komünist dünyayla başlayan soğukluk nedeniyle bir süre ara verilen bu ilişkiler, 1965'ten sonra Ankara ve İstanbul Edebiyat Fakültelerinde devamlı düzenlenen Türkoloji ve Türk Tarih Kongreleri ile yeniden tesis edilmiştir.
DOĞRU VE TİTİZ YAZILAR YAZMAK GEREKİYOR
O dönemin gençliğini oluşturan nesil, bugün literatürde duyduğumuz birçok bilgini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve Türk Tarih Kurumu'nun merdivenlerinde seksiyonları dolaşarak tanımış ve onlarla konuşma imkânı bulmuştu. Çağdaş Türkiye'yi şekillendiren ancak zamanla gölgede kalan bu dönemi tekrar değerlendirmek için 2026 yılı bir vesile olmalıdır.
Tabii ki, 1928'in 100. yılı, harf inkılabının yıl dönümü de yaklaşıyor. 2028'de bu olayın ciddi şekilde ele alınması, 1500 yıldır kullanılan Türk yazı dilinin yeniden değerlendirilmesi ve yapılanların bilançosunun çıkarılması gerekmektedir. İnşallah bu dönüm noktası üç yıl sonra kuru bir konferansla geçiştirilmez.