Sevinen de haklı kaygılanan da haklı

Coşkulu, heyecanlı bir toplumuz. Hiçbir olay karşısında soğukkanlı olamıyoruz. Ya çok olumsuz ya da çok olumlu oluyor reaksiyonlarımız. Öfkeyle mutluluk, aşkla nefret arasında gidip geliyoruz. Eskilerin ifadesiyle ifratla tefrit arasında.

Türkiye'de yaklaşık elli yıldır kan döken terör örgütü PKK'nın silah bırakması, kendisini feshettiğini açıklaması bu ülke açısından elbette olumlu bir gelişme. Ancak bunun ardından her şeyin anında düzeleceğini, ortalığın birden bire günlük güneşlik olacağını beklemek fazla iyimserlik olur. Toplumu böyle bir beklenti içine sokmak da tehlikeli bir yanlış olur.

Diğer yandan, ülkede meydana gelen her olumlu gelişmenin altında muhakkak bir bit yeniği aramak, olup biten her şeyi birtakım komplo teorilerine bağlamak, dış güçler veya üst akıl bakalım bu sefer nasıl bir oyun kuruyor bize karşı diye düşünmek de sağlıklı bir tutum değil.

Demek ki PKK'nın kendisini fesih kararını bayram gibi kutlamak da bu işi küresel komploların yeni bir aşaması olarak görmek de yanlış. Hakikat ve sağduyu ise bu ikisinin arasında bir yerde.

Türkiye'nin bu probleme ilişkin olarak iki hedefi olmalı. İki sütun. Birincisi bu ülkenin Kürt vatandaşlarının bir kısmının kendilerini millet bütünlüğünün eşit parçaları olarak hissetmeleri önündeki engellerin kalkması. İkincisi de terör örgütünün ortadan kalkması, kan dökerek "hak arama" yönteminin yanlışlığının kabul edilerek silahın bırakılması. Yapılacak işin bizi sırayla bu iki hedefe ulaştırması gerekir.

Terör örgütü kendisini feshettiğini açıkladı ama bunu açıklarken gelinen noktayı "silahlı propaganda" faaliyetinin sağladığı bir zafer olarak ilan etti. Bu yetmedi, nereden icap ettiyse Lozan gündeme getirildi.

Ne var bunda diyebilirsiniz. Örgüt tabanını veya kitlesini bu işe ikna etmek için bu dilin kullanıldığını söyleyebilirsiniz. Anlaşıldığı kadarıyla İmralı'ya gönderilip onay alınan ve dolayısıyla devletin de bilgisi altında olan bir metinden söz ediyoruz. Örgüt adına hiçbir özeleştiri unsurunun yer almadığı, aksine binlerce insanın ölümüne yol açan terör eylemlerinin haklı ve meşru olduğunda ısrarlı bin metnin açıklanmasına izin verilmiş olması devleti yönetme iddiasında bulunan kadrolar adına bir eksikliktir. Bu işin bir an önce gerçekleşmesi için birtakım şeylerin görmezden gelindiği anlaşılıyor. Ama böylesine kritik bir konuda "Aman ne olursa olsun, şimdi armudun sapı üzümün çöpü demeyelim" yaklaşımı devletin benimseyeceği bir yaklaşım olamaz. Millet çoğunluğunun bu tabloyu kolayca sindireceğini varsaymak da büyük hata olur.

Oysa bunun yolu yordamı tartışılamıyor. Bunun sorumlusu da yalnızca bir kesim değil. Bilhassa bugünkü malum siyasi hengame içinde konu ne kadar hayati de olsa bir araya gelip beraberce konuşup tartışarak bir noktada buluşmamıza imkan zaten yok. Ancak diyaloga açık bir yapımız da yok bizim.

Bir kesim, "Bunların iyi niyetle bunu yapmaları düşünülemez" diyerek her girişimi toptan reddedip problemi çözme yolunda hiçbir öneride de bulunmadan kenara çekiliyor. Diğer bir kesim ise toplumdaki kaygıları küçümsüyor, eleştirileri düşmanlık ve hainlik sayıyor.

Bu işin yolu yordamı, siyasi boyutu, jeopolitik riskleri, toplumun kaygıları vs. diyenlere "Sen çözüm istemiyor musun, kan akmaya devam mı etsin" şeklinde tepkiler veriyor. Oysa gerçekten çözüm isteniyorsa bunların konuşulması lazım.

Bir defa "Kervan yolda düzelir" yaklaşımı devlet yaklaşımı değildir. Şimdi hepimiz terör örgütünün silah bırakmasından çok memnun olduk ama ortada daha önceki çözüm süreçlerinde hazırlanmış olan program ve proje setlerinin dışında yeni bir hazırlık olmadığını da çok önemsemiyoruz.

MHP lideri Bahçeli malum çağrıyı yaptığında hükümetin büyük ortağının bundan haberdar olmadığı gibi, bilahare yapılan açıklamalarda da "Bizim masamızda böyle bir konu yok" dendiğini unuttuk. Meselenin koalisyon içi üstünlük mücadelesinin bir aracı olarak ortaya çıktığını söyleyebilecek durumda değiliz ama İmralı çağrısının geçen yedi aylık süre boyunca ortaklar arasında bir çekişme konusu olduğunu ve ancak Bahçeli'nin ısrarlı tazyikleri neticesinde ilerleyip bugüne geldiğini görmezden gelemeyiz.

Burada da keskin bir taraftarlık tutumuna girmemek lazım. Aslında her iki tarafın da kendince haklı tarafları olduğu görülmeli. MHP lideri muhtemelen "Ben bile birçok siyasi riski göze alarak böyle bir çağrıda bulunuyorsam bu işin gerçekleşmesi yolunda hükümetin de konuya sahip çıkması gerekir" diye düşünmüştü. Haklıydı. MHP'nin liderlik edeceği bir sürecin geçmişteki denemelere oranla ne kadar büyük avantajla yürüyeceği belliydi. Unutmayalım ki bugün kadar hiçbir siyasetçi "çözüm uğruna" terörist başı Öcalan'ı serbest bırakmayı vaat edecek durumda değildi. Bunun konuşulması bile düşünülemezdi. Bunu yapabilecek bir tek kişi vardı ve o kişi bunu yedi ay önce kürsüye çıkıp yaptı.