Adamın biri uyurken sakalından fare geçtiğini fark edip uyanmış. Uyanır uyanmaz da eline bir makas alıp sakalını kesmeye koyulmuş. Yanındaki karısı "Kesmeye ne gerek var, yıkasan yetmiyor mu" diye sormuş. Adam, "Sakalımı kirlendiği için değil, diğerlerine de yol olmasın diye kesiyorum" demiş.
"Sıçan geçer, yol olur" atasözünün hikayesi bu.
Bilhassa devlet yönetiminde düzenin, kuralların, teamüllerin varlık sebebi budur. Kişilerin de kurumların da yetkilerinin sınırları belli olmak zorundadır. Bu sınırlar titizlikle korunamazsa ortada devlet diye bir şey kalmaz. Anayasa bir kere delinince bir şey olmaz diyemezsiniz. Gerek toplum hayatında gerekse devlet yönetiminde -elinizdeki gücü kullanıp- kuralların dışına çıkarsanız, işiniz görülsün diye hukuku askıya alırsanız, düzeni bozarsanız tehlikeli bir yol açmış olursunuz.
Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı sorun budur ve bu sorun bütün sorunların anasıdır.
Hükümleri kesin ve temyize kapalı iki yüksek yargı kurumu var Türkiye'nin anayasal düzeninde. Biri AYM, diğeri YSK. Son dönemde her iki yüksek mahkemenin de anayasal yetkileri fiilen ortadan kaldırıldı.
***
YSK, biliyorsunuz, hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmayan TİP adayı Can Atalay için "seçimde aday olabilir" demişti. Seçime girip milletvekili seçilen Atalay, buna rağmen cezaevinden tahliye edilmedi. Çünkü başka bir mahkeme kendi yetkisinde olmayan bir konuda karara varıp söz konusu kişinin milletvekili seçilme yeterliğine sahip olmadığına hükmetti. Bunun ardından devreye giren Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararı verdi ve Atalay'ın tahliyesini istedi.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ne yaptı Anayasaya göre hükümleri kesin ve temyize kapalı olan yüksek mahkemenin "kararına uyulmaması" kararı aldı. Yani kitapta yeri olmayan bir durum ortaya çıktı. Düzen bozuldu. Kurallar devreden çıktı. Anayasa askıya alınmış oldu. Siyasi gücün hukukun bağlayıcılığından azade olduğu bir ortam doğdu.
Muhalefet partileri kendi dertlerine düştükleri için seçim hukukuna uygun şekilde halkın oylarıyla seçilen bir milletvekilinin uğradığı hukuksuzluğun meclisin bütününe yönelik bir yetki gaspı olduğunun bilinciyle hareket edemediler. Hukuk düzeniyle birlikte doğrudan millet iradesinin hedef alınmış olduğunu söyleyip anlatamadılar. Demeçler verildi, nutuklar atıldı, bitti.
Millet iradesini temsil eden kendi üyesine bile sahip çıkamayan siyasetin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş'ın yargılamalarındaki benzer tabloya ses çıkarması da beklenemezdi. Bu isimlerin sembolizmi de önemliydi. Çünkü tartışma konusu hukuki zeminden kopartılıp siyasi zemine çekildiği için buradaki hukuksuzluğu savunmak kolaylaştı, karşı çıkmak zorlaştı.
Hatta yapılan yanlışa itiraz ettiğimizde "Komünistleri, bölücüleri mi savunuyorsun" tepkisi alabiliyorduk o günlerde. "Hayır, hukukun üstünlüğünü ve anayasal düzenin sürdürülmesini savunuyorum"