Örümceğin Gölgesi...

Ömer Ünal'dan bir bilimkurgu 'salgın' hikâyesi İki yıl önce başlayan pandemi sayesinde adını duyurmak, okunmak, dinlenmek için aklına gelen en kötü ihtimalleri gerçek gibi sallayanlarla doldu etrafımız. Neden sadece kötü şeyleri yazıp söylüyorlar, neden salgın ve sonrası için ütopyalar (Yani bir cennet dünya) değil de distopyalar (Yani kıyamet ve sonrası) vaat ediyorlar.. Çünkü iyi haber, haber değildir, dünyada.. Felaket tellallığı yaptın mı adın geçer.. Bilim adamı, uzman, gazeteci fark etmez.. Okunmanın en kolay yolu.. İşte bu sallama ortamında, son zamanlarda ilginç kitaplar yayınlayan Dark İstanbul Yayınları "Salgın İstanbul Antoloji" diye bir kitap sundu. 12 yazarından, salgın üzerine bilimkurgu öyküler istemiş. Ve bu 12 öyküyü işte bu kitapta toplamış.. Birkaçını okudum. Sevdim.. İçlerinden birini seçtim.. Hem sizlere keyifli bir hafta sonu yaşatmak için, hem de Allah'ın her günü en kötü ihtimalleri tekrar tekrar sallayanlara "Öyle sallanmaz, böyle sallanır" diye hoş bir örnek vermek için. "Örümceğin Gölgesi" adlı öykümüzün yazarı Ömer Ünal. İstanbul 2030.. Maske gölgelerinin bile silikleştiği koca kentte, insanlığı birkaç yıl boyunca tutsak eden bir virüsün tüm kalıntıları sökülüp atılmıştı. On yıl süren amansız mücadele, karanlık günlerin üzerine alacalı bir bayrağın dikilmesini sağlamış, ufunetlerin yerini sonsuz ışık huzmeleri kaplamıştı. Boşalan hastane koridorlarında yankılanan tek ses, odalarında neşeli şekilde sohbet eden doktorlara ve hemşirelere aitti. Tüm dünyayı kasıp kavuran bir hastalığa karşı kazanılan bu büyük zafer, İstanbul'un sokaklarında da coşkuyla kutlanırken kaldırımlardan akıp giden insan kalabalığı Boğaz'ın serin sularına ılık birer gölge düşürüyordu. Babalarının ellerini sımsıkı tutan küçük çocukların o günlere dair çok fazla hatıraları bulunmasa da silikleşen olayları ruhlarında duyumsayabiliyorlardı. Etraftaki görkemli kutlamalara ve insanların yüz hatlarına sinmiş özgürlük notalarına bakınca çok büyük bir beladan kurtulduklarını anlıyorlardı: Korkunç bir salgından.. Aşının bulunmasının üzerinden geçen beş yıl içinde virüsü adeta paramparça eden bir iğnenin de keşfi bu büyük tıp zaferinin müjdecisi olmuştu. Doktor Barış Bey'in laboratuvarında sabahlamasına neden olan ilacın keşfi tüm dünyada yankı bulmuş ve sonunda o yıl Nobel Tıp Ödülü'nün Türkiye'deki kadim bir kentin orta yaşlı doktoruna layık görülmesine neden olmuştu. Beyaz önlüğünü eve gidene dek üzerinde kutsal bir üniforma gibi taşıyan ve bununla kıvanç duyan Barış Bey, ilacın yan etkileriyle ilgili tüm sözlere kulak tıkıyor ve gereksiz tartışmalara asla izin vermiyordu ancak o gün tüm bu masmavi havayı dağıtıveren bir şey oldu: Boğaz'ın derin sularına nereden ve niçin geldiği bilinmeyen bir uzay aracı düştü. Dünyanın en saygın medya kuruluşlarının temsilcileri Haliç'in dört bir yanını sarmış, gece gündüz demeden canlı yayın yapıyorlardı. Tüm dünya bu gizemli olayı izleyicilerine anbean aktarabilmek için büyük bir yarışın içine girmişti. Ay ışığı Boğaz'ın kurşuni sularını perde perde aydınlatırken onu izleyenlerin şaşkın bakışları gecenin ve o geceye tanıklık eden her bir nesnenin gizemini daha da derinleştiriyordu. Bilim insanlarının birbirini tutmayan yorumları, dinî ve mezhepsel çıkarımlar, kıyamet alameti diye atfedilen ya da "Kesinlikle bu aracın içinden Mesih çıkacak" şeklindeki en uç yorumlara kadar, zihinler kadim zamanlardan beri neyle dolmuş ya da doldurulmuşsa tüm bu bilgi yığınları birer birer ortaya saçılıveriyordu. Arap TV kanalları, gizemli aracın insanoğluna Allah tarafından gönderilen bir musibet olduğu haberlerini giriyor ve hastalığa karşı üretilen aşıların ve ilaçların cezasının kesildiğini dile getiriyorlardı. Batı medyası ikiye bölünmüştü. Muhafazakâr bir kesim, Mesih'in adını anarak başladıkları haberleri İncil'den bölümlerle tamamlarken, diğer bir kesim olayın NASA tarafından araştırılması için Türk hükümetiyle ve İstanbul'u yönetenlerle bir an önce görüşmelere başlanması gerektiğini söylüyorlardı. Ortada kalan ve olayın şaşkınlığını kendi özbeöz denizinin sularında yaşayan Türk halkıysa kahvehanelerden okullara, üniversitelerden sokakların en kuytu kaldırımlarına değin suların dibine çakılan uzay aracıyla ilgili türlü safsatalarla bilimsel çıkarımları yarıştırıp duruyorlardı. Doktor Barış Bey, olayın ilk günlerinde çok rahattı. Salgın ve ona karşı keşfettiğim ilaçla bu gizemli olay arasında en ufak bağ olamaz, diye düşünüyor, hatta çok sevdiği bilimkurgu filmlerini bile izlemekten kaçınmıyordu. Yaz mevsimi yerini kocakarı soğuklarına bırakalı birkaç hafta olmuştu ve soğuktan üşüyen ellerini montunun ceplerine emanet eden üniversite öğrencisi Erhan'ın şimdi aklında tek soru vardı: "Denizin dibine düşen şey ne olabilir" Her biri ayrı sahaftan süzülüp çalışma odasına gelen kitapların arasında çalışmalarına devam eden Erhan, düşlerine çöreklenen bir yaratığın görüntüsünü göz kapaklarından silmeye çalışıyordu. İki haftadır rüyalarına çöken siyah devasa yaratık, tarantulayı andıran güçlü ve büyük kıllı bacaklarıyla kitaplığında dolaşıyor, tüm kitapları tek tek midesine indirmeye başlıyordu. Kitapları yerken yaratığın ağzından çıkan hışırtılar Erhan'ın kulağında kara tahtaya değdirilen tebeşir sesi gibi patlıyordu; ince, iç gıcırdatan ve oldukça huzursuz eden bir ses. Uykudan kalkar kalkmaz yüzüne vurduğu on avuç su bile sersemliğine çözüm olamazken süvari bardakta içtiği şekersiz Türk kahvesi, zihnini hafiften açıyor ancak mütemadiyen yine o devasa hayaletin düşlerine girmesine mâni olamıyordu. Bilgisayar ekranında dönüp duran Boğaz'daki Gizemli Uzay Aracı haberleri eşliğinde okumaya çalıştığı antropoloji kitaplarında önemli bulduğu yerlerin altını kırmızı kalemleriyle çiziyordu. "İnsanlık kadim yıllardan beri kendine benzemeyen her şeyi ötekileştirmeye meyillidir" cümlesinin sadece altını değil dört bir yanını kalın kalın çizdi. Kahve bardağını eline alıp İstanbul'u kuşbakışı izleyen odasından dışarıyı seyretmeye koyuldu. Bu kent bunca gizemi bağrında nasıl saklayabiliyordu Roma'dan Osmanlı'ya kadim yılların onca top ve tüfek seslerini hangi harici belleğinde gizliyor, bunca yıkımı ve fikir yığınlarını hangi köprü altında istifliyordu Arabaların Boğaziçi Köprüsü'nden önce son çıkış olarak döndükleri yan yolda sıkışan trafiğin ortasındaki itfaiye aracının siren sesi sessizliği yırtıyordu. Diğer arabaların korna sesleri de eklenince az önce düşündüğü o top ve tüfek seslerinin yerini alan trafiğin korkunç sesinin aslında aynı kavganın farklı tezahürleri olduğunu düşündü.. Yer kapma ve var olabilme savaşı... İşte şimdi bu büyük ölüm kalım savaşının ardından tıp bilimi galip gelerek büyük salgını yerle bir etmişti ancak insanların mutluluğu kısa süre içinde Boğaz'ın derin sularındaki aracın varlığına dair büyük bir merak duygusuna evrilmişti. Doktor Barış Bey tebrik telefonları, ödüller, devlet nişanları derken, dünyanın en saygın tıp doktoru haline gelmiş; kendisine övgüler düzenlere teşekkür ederek gününü geçiriyordu. Ancak o gün beklenmeyen bir şey oldu. Hastanedeki odasında bilgisayarından haberlere bakarken bir telefon geldi. Karşısındaki kişi, "Barış Bey, acil olarak İstanbul Afet Araştırma Komisyonu toplantısına bekleniyorsunuz! Bir araç hastanenin önünden sizi alacak" dedi. Barış Bey bu heyecanlı ve neredeyse emredici sese karşılık bile veremeden acil bir şekilde odasından ayrıldı. Dış kapıya ulaştığında kendisini bekleyen aracın kapısı açıldı ve siyahlara bürünmüş bir kadın, "Buyurun" diyerek onu içeri davet etti. Arabada üç kişiydiler. Şoför gidecekleri yere kadar tek kelime bile etmezken, siyahlı kadın elindeki dosyayı açarak yazıları Barış Bey'in duyabileceği bir sesle okumaya başladı. Virüsün ilk görüldüğü yerin bilgileri, yayılma koşulları, maske kullanımı, aşı ve ilacın bulunma süreci, bu süreçte kimlerle temas kurulduğu, telefon ve internet kayıtları gibi birçok bilgi vardı bunların arasında. Barış Bey dosyada yazılanları ve acil olarak çağrılmasının nedenlerini sorgulasa da bir yanıt bulamadı. Kısa süre sonra ulaştıkları afet merkezinin en üst katındaki toplantı odasına ivedilikle çıktılar. Odada valilik yetkilileri, askeri ve siyasi kişiler, her halinden yabancı oldukları belli olan birkaç tuhaf adam vardı. Tozlanmış bir masanın etrafına kurulan görevliler valinin konuşmasını can kulağıyla dinlerken, Barış Bey neden orada bulunduğunu merak eder bakışlarla etrafı süzüyordu. Askerî bir yetkili katiyetle Boğaz sularının tüm gemi geçişlerine hatta habercilerin görüntü almalarına kapatılmasını önerdi. Vali, Barış Bey'e bakarak, "Evet Doktor Bey, büyük merak içindesiniz tabii. Konumuz sağlıkla da derinden ilişkili, bu yüzden buradasınız. Büyük bir