Nedir o Çınarlı Yol'un siyasetten çektiği...

Bu resimler tüm dünyada "Çınarlı Yol" olarak bilinen, tarihi çınar ağaçlarının bir gölge tüneline çevirdiği Çırağan Caddesi'nin, hem de bir tarafı aydınlatılmış Atatürk resimleriyle renklendirilmiş, boydan boya sarmaşıklı bölümü.. Beşiktaş ilçesi hep CHP'li başkanlarla yönetildi. İsmail Ünal başkanken, harikaydı. Şimdiki bakımsızlık ve ihmali görmelisiniz!. Hem de Büyükşehir Belediye Başkanı da CHP'li iken.. "Her şey çok güzel olacak" diye geldi.. Önce İstanbul'un harika güzelliği, otobanda tıkanmayı adeta zevk haline getiren o harika "Dikey Bahçeler"i yok etmeye başladı. Efendim çok masraflı oluyormuş. Yetmedi. O dünyalar güzeli Çınarlı Yol'da kesimler başladı.. Efendim bu ağaçlar ölümcül kansermiş. Kesilip yerlerine yenileri dikilecekmiş.. Ormancılık Fakültesi isyan etti ilk.. "Böyle bir şey yok. O ağaçlar tedavi edilebilirdi." Edilebilirse, edilmeli tabii.. Bir çınar fidanının öyle görkemli bir ağaca dönüşmesi kolay mı. Kaç sene ister. Ama "Ben İstanbul'un Fatih'iyim" diyen İmamoğlu, işi yıldırım hızıyla, kimseye haber vermeden, İstanbul halkını hazırlamadan, inandırmadan kestirdi ki, işi bir an evvel dönülmez yola soksun.. İki resmi mukayese edin.. Ağlayacaksınız.. "Ben İstanbul'un Fatih'iyim" diyen İmamoğlu ile Kanunname-i Âli Osman'ı yazan ve "Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim" diyen Fatih Sultan Mehmed'le mukayese ederseniz, o zaman da acı acı gülersiniz.. Gülün geçin.. Dalan da çekti muhalefetten.. İstanbul'da imza atmadık yer bırakmayan Bedrettin Dalan, Dolmabahçe- Ortaköy arasında yer alan ve Çırağan Sarayı'nın önünden geçen yolu çok düşündü... Burada saray ve sahil arasında, resmin sağında gördüğünüz gibi hiçbir değeri olmayan yüksek duvarlar vardı. Bu duvarlar bir yandan yoldan geçenlerin denizi ve denizle yol arasında kalan tarihi yapıları, sarayları görmelerini engelliyordu. Ayrıca iki yanlı duvarlar yolu tünele çeviriyor, trafik sıkıştığı anda çıkan egzoz gazları hem görüşü engelleyen sis hem de nefes almayı zorlaştıran zehir oluşturuyordu. O duvarlar insan omzu boyuna indiğinde, yoldakiler egzoz değil, deniz havası koklayacaklar ve de o iğrenç duvarların sakladığı emsalsiz tarihi yapılar ve güzellikleri, Boğaz manzarası fonunda seyredeceklerdi.. Ama o zaman adı SHP olan CHP'liler, restore edilip otele çevrilen Çırağan'a giriş-çıkış yapmak için iki kapı açacak yeri delince bile kıyamet kopardılar. "Tarih elden gidiyor" diye yer yerinden oynayınca, Dalan projeyi bıraktı. İşte önünde üç kişinin yürüdüğü, Saray'ın ve Boğaz'ın görünmesi engelleyen "tarihi" duvarlar bunlar, sevgili okurlar.. Neresi, nasıl tarih, söyleyin bakalım.Bu arada.. Dalan'a bir proje de ben sunmuştum.. "Mısır, Asuan Barajı'nı yaparken sular altında kalacak hem de nasıl tarihi Abu Simbel Tapınağı'nı taş taş numaralayarak su seviyesinin üzerine taşıdı. Biz de, Ortaköy-Beşiktaş yolunu aniden daraltan ve trafiğin kitlenmesine sebep olan bu tarihi kapıyı taş taş işaretleyip, yanlamasına koyar ve Çırağan Sarayı'nın giriş kapısı yapabiliriz. Hem trafik kurtulur hem de saray çok görkemli, Topkapı Sarayı gibi bir tarihi kapıya kavuşur" demiştim. Üzerinde bile duramadık, o rezil duvarı bile yıkamazken.. Zeynep Özyılmazel bu hafta size, siz gençlere örnek olacak hayat hikâyesini yazdı BENİM HİKÂYEM Soğuk ve karlı bir kış günü. İstanbul. Tophane. Evdeyim. Küçücük evimin, beni hayallerimin kocaman dünyasına bağlayan penceresinin önünde, karla kaplanmış Tophane-i Amire'nin kubbelerini seyrederken, seneler öncesine gidiyorum. Bugün sahneye ilk çıkışımın 10. yıldönümü... Sahi ben bu işi yapmayı ne zamandır istiyordum İlk sahneye çıkma hayallerini ne zaman kurmaya başlamıştım Bulmam zor... "Kendimi bildim bileli" demek lazım aslında! "Peki neden 33 yaşına kadar bekledin" diye sorarsanız, işte orada yatan bir hikâye var... Ben müziğin içine doğdum. Babam o zamanlar Türkiye'nin en ünlü şarkıcılarından. Müthiş ses. Yakışıklı da... Herkes hayran... Ben de tabii. Zaten kızlar, babalarına hayran olur da... Bir de üzerine herkes hayran olunca siz düşünün... Bir de çevremde sürekli ünlüler, müzisyenler... O kadar doğal ki benim için. Kulislerde koşturmak, provalarda kendimi oyalamak, babamın konser verdiği şehirlere gitmek ya da o gittiğinde dönmesini beklemek... Günler böyle geçiyor ama sesimin güzel olduğunun farkında değilim. Kimse söylememiş. Farkında değilim ama Eurovision şarkılarını falan ezberliyorum. Işığın önüne geçip duvarda yansımamı izleyerek dans ediyorum... Hoşuma gidiyor çünkü... Oyun gibi geliyor o zaman... Sonra bir gün, sanırım ilkokul 2. sınıftayım, müzik dersinde bir şarkı öğretiyor öğretmen bize ve "Kim söylemek ister" diye soruyor. Çekinerek elimi kaldırıyorum ve (dün gibi aklımda) çok heyecanlanarak şarkıyı söylüyorum... Öğretmenim yüzünde kocaman bir gülümsemeyle "Senin sesin ne kadar güzelmiş!" diyor. Çok şaşırıyorum! Sonra okul korosu, lisede okul orkestrası derken müthiş zevk alıyorum bu işten. Bu arada babamın sahnede söylediği tüm şarkıları ondan iyi biliyorum. Evita müzikalinin tüm rollerinin, tüm şarkılarının, hem İngilizce hem de Türkçelerini ezberliyorum. Radyoda bir şarkı dinliyorum mesela, sevdiysem söylemem lazım, sözlerini çıkarıp duvarlara asıyorum. Sanki sahneye hazırlanır gibi... Bir gün Halit Kıvanç'ın programına çıkıyoruz TRT'ye. Orada bir şarkı söylüyorum. Ertesi gün rahmetli Selçuk Başar arıyor. Gidiyoruz. "Zeynep'e albüm yapalım" diyor. Büyük onur! Ama daha lisedeyim. Önce okulu bitirmem gerektiğine karar veriyoruz. Bu arada dönemin en ünlü şan hocalarından birinden ders almaya başlıyorum. Onun da vakit ayırması büyük onur! Her şey benim için çok iyi gidiyor gibi gözüküyor! Ama bir gün... Tam derse gitmek üzere kapıdan çıkıyorum... Annem, "Bu kadar uğraşıyorsun ama sesinin güzel olduğunu sanma" deyiveriyor... Müthiş bir hayal kırıklığı... Bugün düşündüğümde, annemin bunu neden yaptığını hâlâ tam anlayamıyorum. Kendisi de böyle bir anı hatırlamadığını söylüyor... Belki de hatırlamak istemiyor... Bilemiyorum... Belki de beni korumak istemiştir... Ama o an benim senelerime mal oluyor... Sesimin güzel olmadığına inanıyorum ve şan dersini kısa süre sonra bırakıyorum... Bir daha da uzun süre bu konuyu açmıyorum... Seneler geçiyor... Lise bitiyor. Üniversitede grafik tasarım okuyorum. Neden derseniz bilmiyorum. Okuyorum işte. Sıkıcı değil. Ama mezun olduktan sonra bu işi hiçbir zaman yapmıyorum. O yıllardan en çok işime yarayan şey fotoğrafçılık. Çünkü daha sonra bocaladığım yıllarda fotoğrafçılık yaparak para kazanıyorum. Üniversite de bitiyor. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Büyük depresyondayım. Kimseye derdimi anlatamıyorum. Günlerce eve gelmiyorum. Geceleri dışarı çıkıp gündüzleri uyuyorum. Birçok kilo alıyorum, birçok kilo veriyorum. Yüzüm gözüm berbat. Canım şarkı söylemek istiyor. Kimseye bir şey diyemiyorum. Sesimin güzel olmadığını düşünüyorum hâlâ. Bir gün müzisyen bir arkadaşıma açılıyorum. Bana yardım ediyor. Şan kitapları getiriyor yurt dışından. Cesaret veriyor bana. O arada babama da açılıyorum... "Baba..." diyorum, "...ben şarkı söylemek istiyorum!" Cesaretimi o kadar zor toplamışım ki, sesim titriyor, gözünün içine bakıyorum güzel bir şeyler söylesin diye. Ama 2. darbeyi babamdan yiyorum. Bana, "Senden şarkıcı olmaz!" diyor! Yani bir düşünün... Karşınızda sadece