Bir Salgın İstanbul öyküsü daha... Kemancı Kadın

Dark Yayınları, yazarlarından salgın üzerine kısa öyküler istemiş ve seçtiklerini Salgın İstanbul adını koyduğu kitapta toplamıştı. Bu ilginç kitaptan bir öyküyü (Örümceğin Ayakları) sizlere bir hafta sonu sunmuştum. Hayli ilgi topladı. Tarkan'ın çok başka taraflara çekilen tamamen "SalgınPandemi"nin benim gibi en iyimser, en umutlu olmakla övünen biri için bile sarsıcı sözlerle yazdığı şarkı gündem olunca, bu hafta sonu, sizlere o kitaptan bir öykü daha sunma kararı verdim. Bu defa Erbuğ Kaya'nın çarpıcı öyküsü.. Biraz uzunca olunca, ikiye böldüm. İlk bölüm bugün.. Katil Bildiklerinin bu yeni dünyada hiçbir anlamı yoktu. Geçmişten ne seveni ne de bir fotoğrafı vardı. Kendi kendine konuşurken "hayat" diye cümleye girip özlü sözler söylemek isterdi ama sonra susardı. Diyecek bir şeyi olmadığından, beyninde binlerce düşünce uçuşmadığından değil, söyleyeceklerinin anlamsızlığından susardı. Yaptıklarının ağırlığı vicdanına ulaşamadan sesini bira ve şarapla susturuyordu. Bu vicdansız ruh, bu karışık akıl belki de Rumeli Kavaklı cadının lanetiydi. Bölük pörçük geçmişinden böyle tuhaf bir anısı vardı. Ne etmişti o cadıya da sümüklerine bile sahip çıkamadığı yaşta ona böyle korkunç bir lanet etmişti, bilmiyordu. Artık, o çirkin yüzlü, kırmızı elbiseli, kirli saçlı cadının gerçek olduğundan da emin değildi. Hem Rumeli Kavağı neresiydi ki "İnsan lan bu" diyebilmek için gerekenlerin olduğu, iki kişinin zor sığacağı bir fakirhanede yaşıyordu. Ama onun toprak rengi yatağına, kırık bacağı yerine kitaplar dizili masasına bile gözünü dikecek bitikler vardı. Zeytinleri masada yuvarlayan kitaplardan birinde bir aile okumuştu. Hani şu anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek... O zaman düşünmüştü annesini, babasını, belki de karısını ve çocuklarını... Ama hatırlayamamıştı. O zaman sormuştu kendi kendine, "Annesiz babasız, ailesiz insan olur mu" diye. Düşünmüştü de, ne anneye benzer soğan kokulu ne de babaya benzer sakallı birini getirebilmişti zihnine. Ne ortalarda neşeyle koşan çocuklar ne de ona sevgiyle bakan bir kadın... Tuvalet sayılan sidik kokulu boşluktaki kırık aynada yansımasına bakınca kendini babası gibi hayal ederdi bazen. "Bana benzerdi herhalde, böyle meymenetsiz, böyle yaralı bereli bir surat" der geçerdi. Yine böyle manasız düşüncelerin aklını oyaladığı bir gündü, yemek yemiş oturuyordu. Kapı çaldı, Masada duran tabancayı beline koydu, boş içki şişelerinin arasından geçip kapıya yürüdü. Gelen ya yeni iş getiren patronun gudubet adamlarından biriydi ya önceki hayatında turizm ajansında çalıştığını iddia eden ve iki kuruşa harabeye dönmüş bedenini satmaya çalışan o zavallı kadındı ya da fakirhanedeki iki varlığa gözünü dikmiş bir piçti. Belindeki tabanca ve odanın geri kalanına acıyarak bakan duvardaki keman.. Kapıyı açtı. Karşısında patronunun insanlıktan nasibini almamış, iriyarı, yamuk yumuk suratlı adamlarından biri vardı ve ona bir kâğıt uzatıyordu. Katlanmış küçük kâğıdı aldı, kapıyı kapamak üzereyken konuşmasını hiç beklemediği adam duvardaki kemanı göstererek, "Çalıyor musun" diye sordu. "Sana ne lan!" deyip kapıyı adamın suratına kapadı. Çalmıyordu. Kemanı sadece bir kere eline alıp evirip çevirmiş, omzundaki tanıdık gelen duruşuna, tellerine, yayına, tellere dokununca çıkan tınıya bakmış ve bir daha ona hiç dokunmamıştı. Geçmiş hayatından doğru dürüst bir anıyı hatırlamadığı gibi o kemanı duvara niye astığını da bilmiyordu. Ona baktıkça sebebini bilmediği ama hissetmekten de geri duramadığı bir acı dolanıyordu içinde. Kaç gece o kemana baka baka sarhoş olduğunu hatırlamıyordu. Belli ki keman, ona acı çektirdiği için kendini insandan sayıyordu. Patronun öldürmesini istediği yeni kişiyi görmek için hâlâ elinde duran kâğıdı açtı ve "Hasstir!" dedi şaşkınlıkla. Kâğıtta, "Kadıköy Komünü, Kemancı Kadın" yazıyordu. Kadere, şansa, umuda ve tesadüflere inanmazdı ama duvardaki kemanı düşünürken elindeki kâğıtta "Kemancı Kadın" yazmasının tuhaf bir an olduğunu anlayacak kadar kendindeydi. Yeni hedefini getirene soru sormak için aceleyle kapıyı açtı ama herif çoktan gitmişti. Koridorda sadece, aldığı kafa yapıcının etkisiyle yerde iki büklüm yatan bir zavallı vardı. Kapıyı kapayıp masaya döndü. Yatağına, masadaki bira şişesine, son yediği yemeğin artıklarına ve duvardaki kemana baktı. Kâğıdı masaya açtı, tabancayı kâğıdın üstüne koydu. Derin bir nefes aldı. Nefesi ciğerlerinde tuttu. Ciğerlerindeki nefesi saldı, ayağa kalkıp duvardan aldığı kemanı ve arşeyi pislikten iyice sararmış çarşafla narince sardı ve sıkça yer değiştirdiği zamanlardan kalma sırt çantasına koydu. Çantanın diğer gözlerine bir şişe su, biraz yiyecek ve yedek kurşunları yerleştirdi. Öldürdüğü bir adamdan arakladığı, üç kurşun delikli montu giydi. Çantayı sırtına astı. Tabancayı beline sıkıştırdı, Karaköy Çetesi'nin üs bellediği oteldeki odasından arkasına bile bakmadan çıktı. Otelde çetenin nice psikopat üyesi vardı ama hiçbiri onun kadar tehlikeli değildi. Koridorda karşılaştığı insanlar ona bakmadan yolunu değiştirdi. Otelin kapısındaki nöbetçilerden biri bir şey soracak gibi oldu ama vazgeçip kapıyı açtı. Dışarı çıkınca gökyüzüne baktı. Hâlâ yaşadığını, hâlâ dünyada olduğunu anlamak için bunu sık sık yapardı. Mavi gökyüzü, beyaz bulutlar aynıydı ama dünyada yaşam yıllar önce geri dönülemeyecek şekilde değişmişti. Oturup kimseyle sohbet etmediğinden olup biteni baştan sona dinlememişti. Her şeyi zaman içinde parça parça aklında birleştirmişti. Virüsün deltası, betası, omegası, boku, püsürü derken bir mutasyonu saniyede bulaşıp yarım saat içinde insanları öldürmeye başlamıştı. Yaşanan kaosta dünya üzerindeki insanların büyük çoğunluğu ölmüş, geri kalanlara virüs bir sebeple dokunmamıştı. Hatırladığı ilk anısı, sokaktaki bir çöpün yanında gözlerini açtığıydı. Birileri onu öldürmek için bir bıçakla yaralayıp çöpe atmıştı. Kan revan içindeydi. Kendini toplaması uzun sürmüştü. Diğer herkes gibi çürümeye terk edilmiş arabaların aralarında aç biilaç, çaresiz dolaşıp işine yarayacak şeyler aramış, eski sakinleri ölmüş, bir daha kullanılmayacak evlerde kalmıştı. O evlerden giysi, yiyecek ve içecek dışında iki şey çalmıştı; bir tabanca ve bir keman...Yeni dünyada tabanca bir gereklilikti ama takasta bile değeri olmayan kemanı neden yanından ayırmadığını hiçbir zaman anlamamıştı. Korkunç inanılmaz, berbat olaylarla karşılaşmıştı. Taksim meydanına düşmüş uçak, Boğaz Köprüsü'ndeki arabaların ona ait olduğunu iddia eden yaşlı bir adamı köprüden atan gençler, toplu tecavüzler, onlarca kişinin öldüğü çatışmalar, yaşadığı için Tanrı'nın özel çocuğu olduğunu düşünen deliler, olanı biteni anlayamayıp hâlâ işe gitmeye çalışanlar ve onları avlamaktan zevk alan çeteler, eski fotoğraflara bakıp intihar edenler... İntihar edenler. İlk başlarda gökten insan yağmıştı, insanlar yüksek yerlere çıkıp kendilerini aşağıya bırakıyorlardı. O nedenini bilmeden hayatta kalmaya çabalıyordu. Elindeki tabancayı hiç düşünmeden, kimsenin gözünün yaşına bakmadan kullanıyordu. Kaç kişiyi öldürdüğünü bilmiyordu. Zaman geçtikçe insanlar bir araya toplanmaya, çeteler kurup kendi bölgelerini belirlemeye başlamışlardı. Onun vicdandan muaf bir katil olduğunu öğrenen Karaköy Çetesi'nden davet almış yemek, alkol ve kalacak yer karşılığında bu daveti kabul etmişti. Haberdar olduğu başka gruplar da vardı. Bildiği kadarıyla Moda burnunu çevirmiş Kadıköy Komünü, Beşiktaş Çarşı Komünü, Bebek Sakinleri ve düşen uçağı merkez olarak kullanan Taksim Dayanışması dışarıya sert ama içeride daha insanca bir yaşamı benimsemiş gruplardı. Onun da dahil olduğu gibi irili ufaklı çeteler dışında en tehlikeli gruplar motosiklet kullanan Kartal Akıncıları, Ayasofya ve çevresini tutan, yaşadıkları için Allah'ın özel planı olduklarını düşünen, kendileri dışındaki herkesten ölesiye nefret eden dini fanatikler ve askeri mühimmatı ele geçirip yeni düzenin kendileri olduğunu iddia eden, herkesin onlara bir gün biat edeceğini düşünen Beykoz civarındaki Yeni Dünya Devleti'ydi. İnsanlar şehirdeki varlıklarını azaltınca doğa gasp edilmiş olanı geri almaya başlamıştı. Yollarda arabaların içlerinde, apartmanların balkonlarında. evlerin içlerinde yeşillikler yetişmeye başlamıştı. Paslanmış bir cipin içinde yetişmiş böğürtlenler, bir apartmanın beşinci katındaki camdan dışarı taşmış ağacın dalları, insan medeniyetinin doğayla girdiği amansız mücadelenin temsili gibiydi. Boğaz'ı bir iki kere köprüden geçmişti ama artık orayı tutan tehlikeli bir çete vardı. Paranın anlamını yitirdiği, her şeyin takasla döndüğü yeni düzende geçiş bedeli için saçma sapan taleplerde bulunuyorlardı. Boğaz'ı geçmenin bir yolu da kayıkçılarla anlaşmaktı ama onun kayıkçılara verebileceği bir şeyi yoktu. Keman belki eskiden değerliydi ama artık o müzik aletine yakacak tahta gözüyle bakılıyordu. Tabanca kesinlikle bir takas malzemesiydi ama onu kimseye vermeye niyeti yoktu. Bu sorunu her zaman bildiği yoldan halledecekti. Kayıkçılar eskiden vapur iskelesi olan yerdeydi. Liderleri de kafeden bozma bir mekânda oturup anlaşmaları yapıyordu. Ara sokaklar çok tehlikeliydi. Ana yollarda daha büyük gruplarla karşılaşabilirdi ama onlar, ara sokakların karanlığına gizlenecek kadar düşmüş insan artıklarından daha insaflı olabilirlerdi. Çünkü o karanlık köşelerdekiler pırıl pırıl güzel günle ilgilenmez, vahşetin her çeşidini sunabilirlerdi. Rıhtıma kadar açık alanlarda yürüdü ve kimseyle karşılaşmadı. Rıhtıma varınca saklana saklana silahlı kayıkçıları atlayıp kafeye ulaştı. Kapıyı açıp içeri daldığında kayıkçıların lideri bir masanın arkasındaydı. Masanın önünde de biri vardı. Tabancasını çekip ikisini de sessiz olması için uyardı. Liderin arkasına geçti ve tabancasını onun şakağına dayadı. "Kalk!" dedi. Liderleriyle kafeden çıkınca kayıkçılar silahlarına davrandılar ama bir şey yapamadan beklediler. "Kadıköy'e geçeceğim. Takas olarak da liderinizi teklif ediyorum." "Ulan puşt, seni tanıyorum!" dedi beyaz sakallı bereli yaşlı bir adam. "Bundan kurtulabileceğini mi sanıyorsun" "Ne bok yiyeceğiniz umurumda değil, Kadıköy'e geçmek için bana bir kayık lazım. Bu yaşlı adamla birlikte Boğaz'ı geçeceğiz. Sağ salim karşı kıyıya ulaşınca onu salacağım. Geri gelir." Önünde kayıkçıların lideriyle birlikte insanların arasından geçip yaşlı adamla kayığa bindi. Tabancasını adama doğrultup "Çek bakalım kürekleri" dedi. Ne yaşlı adamın ona nefretle bakmasıyla ne denizin mavi yüceliğiyle ne şimdi boktan bir çetenin yaşadığı, bir zamanların efsanesi Kız Kulesi'yle ne de imparatorluklara başkentlik yapmış gün geçtikçe çürüyen İstanbul siluetiyle ilgilendi. Aklı Kemancı Kadın'daydı. Medeniyet denilen düzen çökünce virüsle gidenlerin şanslı sayılabileceği bu dünyada hâlâ müzik yapan birileri mi vardı Konuşmasını beklemiyordu ama yaşlı adam, "Bunun yanına kalacağını mı düşünüyorsun gerçekten" diye sordu. "Bak babalık, ne bir annem ne de babam var" dedi yüzünü tiksintiyle buruşturarak. "Çöpten doğdum. Suyu çıkmış medeniyetin son anda kustuğu bir artığım ben. Güneşi, denizi bulutu, Tanrı'yı ve vicdanımı o