Türkiye, uzun yıllar boyunca, nüfusça küçük fakat sembolik, kudretçe büyük bir toplumsal zümrenin gölgesinde yaşadı. Bu zümre, kendisine tanıdığı imtiyazın köklerini tarihsel bir doğal hakka değil, kültürel bir kurgunun içine saklanmış keyfi bir üstünlük tasarımına dayandırıyordu.
Pierre Bourdieu'nün "arbitraire culturel" dediği olgu tam da bu noktada karşımıza çıkar: Bir toplumsal kesimin kendi estetik, dilsel ve düşünsel tercihlerini, sanki evrensel doğrularmış gibi dayatıp meşrulaştırması; böylece kültürün sınırlarını görünmez bir iktidar olarak kurması. Bu keyfilik, Türkiye'nin modernleşme hikâyesi boyunca sessiz, fakat son derece etkili bir toplumsal mühendislik olarak işledi.
Bu mühendisliğin dokusunu oluşturan şey ise "habitus"tur. Bourdieu'nün "habitus"la kastettiği, bireyin ve grubun dünyayı algılayışını, reflekslerini, beğeni ve yargılarını belirleyen derin kültürel tortudur; bir tür içe işlemiş hafıza. Türkiye'de bu habitus; İstanbul Türkçesinin steril kıvrımlarında konuşan, Batı referanslarını birer ontolojik hiyerarşi olarak kullanan, dini kamusal hayattan dışlamayı ve onun cahili olmayı modernliğin ölçüsü sayan bir merkezde kümelenmişti. Bu merkez, kendisini "aydın" olarak tanımlarken geri kalanları "halk" kategorisine sıkıştırıyordu. Fakat "halk" sözcüğünün onların ağzında bıraktığı tat, bir merhametten ziyade yerleşik bir kültürel mesafenin, hatta aristokratik bir horgörünün pejoratif izlerini taşıyordu.
Derken Kasım 2002 geldi. Bundan 23 yıl önce tarihe gömüldü sanılan ama tohumdan filize dönüşen öz çatladı. Kültürel merkezin yıllarca görmezden geldiği, küçümsediği, şekillendirmeye çalıştığı kitleler; geçmişin bütün aşağılamalarını sessiz bir hafızaya dönüştürmüş ve o hafıza, sandığın içinden bir volkan gibi patlamıştı.
Bu çöküşün ardından gelen tepkilerin çoğu siyasal olmaktan çok psikolojik ve sosyolojik bir hüviyet taşıyordu. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın diploma tartışması -yüzeyde bir belge meselesi gibi görünse de- aslında kültürel iktidarın kaybına karşı verilen sembolik bir refleks, bir tür "son mevzi" savunmasıydı. Bourdieu'nün "sembolik şiddet" dediği mekanizma burada görünür hâle gelir: Üstün konumda olduğunu varsayan grubun, kendi normunu evrenselleştirip diğerini eksik, yetersiz ve meşruiyetsiz hissettirmesi. Erdoğan'ın kişiliğinde tartışılan şey, aslında o merkezin kendi kaybolan üstünlüğüne duyduğu yasın kelimelere dökülmüş hâliydi.
Başörtüsü meselesi ise bu sembolik şiddetin en çıplak tezahürüdür. Yıllarca "Kamusal alanda görünmemeliler" denilen kadınların üniversiteden parlamentoya, bürokrasiden meslek hayatına kadar her yerde varlık göstermesi, sadece ideolojik bir gerilim yaratmadı; aynı zamanda o kültürel monarşinin en derin sütunlarını yerinden oynattı.

9