İşitiyor musun

"Deniz görünmüyor, dedim.
İşte o anda durdun, sessizce bekledin...
Başlarımızın üzerinden bir öbek martı uçtu.
İşaret parmağını havaya kaldırdın...
Görünmüyor ama dinle, dedin.
Başımı kaldırdım, çok uzaktan gelen testere sesi sustuğu zaman kayalara vurup patlayan dalgaların hafif ama hemen ayırt edilebilen sesini işittim.
Haklıydın.
Böylece bir adanın orta yerindeki harabe bizim sığınağımız oldu."

Susanna Tamaro'nun "Büyük Bir Aşk Hikâyesi" adlı romanındaki bu paragrafın kenarına kırmızı kalemle iki çizgi çekmişim.
Her okuyuşumda garip biçimde etkileniyor ve roman kahramanının "Dinle!" çağrısına ben de uyuyorum.
Martılar geçiyor üzerimden...
Deniz yakınlarda olmalı, diyorum.
Sanki dalgaların sesi oturma odama kadar geliyor.
Ah, işitmek...
Görmeye tutkun modern insanın ortada müzik yoksa eğer, değerini savsakladığı o güzel duyu, müthiş eylem...

Romandaki söz konusu paragrafın hemen altında birkaç satıra daha kırmızı kalemle işaretler koymuşum...
Orada da şöyle yazıyor...
"Evin bazı köşelerine doğuya yaptığın yolculuklardan aldığın çıngırakları hemen asıverdin...
Rüzgâr, onlara değip geçiveriyordu.
Küçük bir melek korosu bu, dedin; bizi karşılıyorlar."

Şimdi asıl anlatmak istediğime dönebilirim...
Kulaklarımız birbirinden şık ve teknolojisi iyice gelişmiş kulaklıklarımıza hapsoldu...
Cilalı laf olsun diye söylemiyorum.
Gerçekten bir hapishane sanki.
Sesli kitap dinliyoruz ama hayatın seslerine kapalıyız.