İçeri Nilgün girdi...
Gemi Kızıldeniz'den kaçıp kurtulmaya can atıyormuş gibi süratini artırdı; ortalık mazot kokuyor...
Yemek salonunun bar kısmında sıra sıra dizilmiş kadehler bu titreşimle hafifçe birbirlerine vuruyorlar.
Sıcaktan ve denizin üzerinde biriken buharın bunaltıcılığından kaçmak imkânsız...
Ömer Selim, biraz sinirli, biraz neşeli bir hâl içinde Boğaziçi hatıralarını çağırarak serinlemeye çalışıyor.
Boğaz'ın bu saatlerde Rumeli yakasının gölgelendiğini hatırlıyor, biraz deniz, birazcık ıhlamur çiçeği kokusu...
İşte tam o sırada...
"Taze harman yeri samanı renginde krep saten bir tuvaletle yemek salonuna giren Nilgün" masanın önünde durup tebessüm ederek "unutmadım" diyor Ömer Selim'e; konuşacağız..."
Neyi
Ama ne önemi var
Nilgün şimdi orada ve hiçbir şey ondan daha önemli değil...
Birkaç kez Osmanlı Prensesi Nilgün'le göz göze gelmek her sıkıntıya bedel şimdi...
Fark ettiniz, değil mi
Refik Halid Karay'ın bir röportajında "dikişçi kız edebiyatı" olarak gördüğünü söylediği Nilgün romanından bahsetmeye devam ediyorum...
Benim için bir nevi "Harp ve Sulh" niteliği taşıdığını tam olarak anlatabilmem imkânsız ama geçelim bunu...
Zaten anlatmaya kalksam yerim yetmez.
İlk okuduğum zamanlardan beri (Gümüşlük kıyısında bir iğde ağacı altındaydı sanırım) aynı şey oluyor; romandan ve kahramanı Nilgün'den bahsetmek içime garip bir coşku veriyor.
Gerisi teferruat...