"Beyrut'ta denize kavuşmak..."
"Elma imparatorluğuydu Lübnan. Cerrah'ın çarmıhı oldu...
Üzümün, yeşil bademin, dağ kekiğinin, incir kuşlarının yurduydu; sadistlerin yurdu oldu.
Turizm broşürlerinde söylenen doğruydu; Her portakalında güneş eğleşirdi.
Bugün portakalı soymaya başlayınca parmaklarımıza boğazlanmış çocukların kanı akıyor."
Lübnan iç savaşı günlerinin Beyrut'unu böyle tasvir ediyordu Nizar Kabbani...
Şam'da doğmuştu şair...
Beyrut'un aşığıydı.
İnsana ve sevdiği şehre kırgın bir ruh haliyle 1989'da Londra'da vefat etti.
Aylardır aynı rutin...
Gece çok geç vakte kadar hem televizyondaki, hem de telegram'daki haber kanalları önünde nöbetteyim...
Gazze ve Lübnan'dan gelen acı dolu haberler...
Seyirci olmaya mahkum edilmenin yamukluğunu dualarla telafi etmeye çalıştığım uykusuz saatler...
Sonra belki bir miktar tat verip yine de hayata inandırır diye edebiyata dönüş...
Garip şey, nerdeyse her kitapta Lübnan'a, Filistin'e dair izler arıyorum...
Sonra hem yabancı hem de pek tanıdık bir nostaljiyle Refik Halit'in Sürgün'ündeki şu satırlarda takılıp kalıyorum: "Birden hatırına bu denizin İstanbul'dan geçerek buralara ulaşmış olması ihtimali geldi; Boğaziçi'ni yalayıp Sarayburnu'nu tırnakladıktan sonra Marmara'yı aşmış. Akdeniz'e yayılmış, sonunda Beyrut sahillerine düşmüştü..."