Toplumsal olanın kapısını babamız açar...
Baba ilk "dışarıdan" gelendir, bize "dışarısı"nı getirendir...
Ne mutlu o çocuklara ki, küçücük elleri hep babalarının avucu içindedir.
Ne mutlu o çocuklara ki, babaları ellerinden tutup "dünya"ya sokmuştur onları...
Ne mutlu o çocuklara ki, "iç dünya"larını anneleri emzirmiştir.
Ama asıl ne mutlu o yaşça daha büyük çocuklara ki, öksüz ve yetim kardeşlerine anne ve baba olmayı becerebilmişlerdir, hepsinin alınlarından öpülmelidir.
Bize en yakın olduğunda bile "yabancı" kalır baba...
Bu onu yasayla, devletle, bilimle, mühendislikle ortak kılan niteliktir.
Seven ve sevilen bir baba işte bu yüzden yalnız kendimizle değil, aynı zamanda toplumla da barışma imkânımızdır.
Anne mi
Hep "içerisi"dir.
O yüzden "inanç" daima annedir.
Şimdi diyeceksiniz ki...
Bırak bunları, kendi babanı anlat!
Ah! Sır kalmış sıkıntılar, yokmuş gibi yapılan acılar, ardına saklanılan çatık kaşlar ve tedirgin gülümsemeler...
Otoriter sorular, müşfik cevaplar...
Ve yorulmak bilmeyen, çok ileri yaşlarına kadar süren ayakta kalma çabası...
İşte babam!
Babam...
Bir esnaf lokantasında öğlen yediği yemeğin tadını ancak daha sonra bize de yedirdiğinde tam olarak alabilen adam...