Dulkadiroğulları'nın Osmanlı'ya ilhâkı ve Yavuz'un Anadolu Birliğini sağlaması (13 Haziran 1515)

Türkmen Beyi Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey, kızı Ayşe Sûltânı Fatih Sûltân Mehmed'in oğlu şehzâde Bâyezid ile evlendirerek Osmanlı Devleti ile yakın derece akrabalık tesis ettiğinde bu evlilik sonrası 1470'de dünyaya gelecek Selim'in (Yavuz) 13 Haziran 1515'te yapılacak olan Turnadağ Meydan Muharebesinde kendisini yenerek beyliğine son vereceğini ve kendisinin bu savaşta öleceğini bilemezdi elbette.

Ancak kader ağlarını örmeye başladığında Alaüddevle Bozkurt Bey'in yapabileceği bir şey de yoktu. Çünkü, Bizans İmparatorluğu'nu tarihe gömerek Cihân Devleti olmayı başaran Osmanlı Türk Devleti kendisi için büyük tehdit olan pek çok Anadolu vilayetini elinde bulunduran İran Safevîleri ile Adana, Antakya, Haleb'i elinde bulunduran ve arada bir İstanbul'u tehdit eden Memlüklerin bölgeden çıkarılmasının elzem olduğunu görmüştü.

Arada kalan Dulkadiroğlu Beyliği'de bundan nasibini alacaktı ve Turnadağ Savaşı ile 185 yıllık Beylik haritadan silinecek Osmanlı Devletine tâbi olacaktı. Ancak bu bir süreçti ve devletin en küçük bir zaafa uğramasına tahammül edemeyen Cihângir Yavuz'un eliyle olacaktı.

Bunun ilk işâreti Yavuz Selim'in 29 yıllık Trabzon sancağını idâre ettiği dönemde kendisini göstermişti. Yavuz Selim 1481 yılında Trabzon'da bir devlet nasıl yönetilirin stajına başlamış 1510 yılına geldiğinde 29 yılda kalfalıktan ustalığa terfi ettiğini dosta düşmana kabûl ettirmeyi başarmıştı.

Hele hele Tebriz İmparatorluk tahtından kovduğu Akkoyunlular sonrası Anadolu'ya sarkarak topraklarına göz diken Şâh İsmail'e karşı verdiği mücâdele henüz şehzâdeliği döneminde Yavuz'un Anadolu Halkının gönüllerini fethetmesini sağlamıştı.

Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi Şâh İsmail'in Osmanlı Topraklarını çiğneyerek Dulkadir topraklarının kuzey batısından girdiği Maraş ve Elbistan'da, Alaüddevle Bozkurt Bey'i bozguna uğrattıktan sonra yaptığı dehşete varan tahribatla hânedan kabirlerini dâhi yaktırdığı bir dönemde Şehzâde Yavuz Selim'in bunun intikamını almış olmasıdır.

Bilindiği gibi; Şâh İsmail Akkoyunlu'ları çeşitli hilelerle yendikten sonra önce Akkoyunlu Hânedânı'nı Başkent Tebriz'den, ardından Bağdat ve Diyarbakır'dan kovmuş ve şii'liği hızla yaymaya başlamıştı. İlk başlarda İran topraklarında Şâfi mezhebine bağlı Ehl-i Sünnet müslümanlar ilk sırada, yine Ehl-i Sünnet olan Hanefi'ler ikinci sırada yer alıyorken, Şâh İsmail içerde herkesi şii yapma adına kardeş kanı dökmekten çekinmemiş, bu zulme dayanamayan Türkmenlerin büyük kısmı şii olmuşlar, şii olmayanlar kendilerini Şâh İsmail'in ateşinden korumak için Anadolu'ya göçmek zorunda kalmışlardı. Anadolu'da propaganda ile kendisine bağladığı insanlar da İran topraklarına göçüyordu.

Böylece kan ve gözyaşı ile İran'ı şii'leştiren Şâh İsmail Papa'nın gözünden kaçmamış, 25 devleti birleştirdiği halde Fâtih'e yenilmişler, kuyruk acısını unutmamıştı. Gırnata'nın düşmesinden ümitlenerek bunu fırsata çevirmek istiyordu. Osmanlı'yı kastederek, "Türklere karşı büyük büyük ölçüde bir harekete geçmek için ilâhi bir fırsat" diyerek avuçlarını ovuşturmuş, hristiyanların en büyük hükümdarı İspanya Kralı Fermando'ya; "Türklere karşı Almanya, Fransa, İspanya, Portekiz, İskandinav Devletlerinin derhal birleşmesi gerekiyor" demişti.

Diğer taraftan Şâh İsmâil ise bu mezhebi Anadolu topraklarına, ardından Mısır'a Türk Memlük topraklarına ve Doğusundaki Türk Devletlerine ihraç etmek istiyordu. Bunun için kendisine büyük engel gördüğü Osmanlı Türk Devleti hedefindeydi. Eğer Osmanlı (Anadolu) yıkılırsa bütün İslâm coğrafyasında şii'liği hâkim kılacaktı. (Aynı emel devam etmektedir.) Böylece Fâtımîler'in başaramadığı bir şeyi gerçekleştirmiş olacaktı. Bunun için başta Venedik olmak üzere hristiyan batı devletlerine iş birliği için elçiler göndermeyi ihmal etmedi.

Ardından Şâh İsmail önce, kızı Sûltân II. Bâyezid ile evli ve aynı zamanda Şehzâde Yavuz'un büyükbabası olan Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'in üzerine yürüyecek, böylece Osmanlı Devleti ile Halep, Antakya ile Adana'yı elinde bulunduran Memlük Devletinin tepkisini ölçecekti. Bu niyetle yola koyuldu. Hedefinde Maraş ve Elbistan vardı. Kasten Osmanlı topraklarını çiğneyerek Kayseri'nin güneydoğusundan, Maraş'ın kuzeybatısına girdi.

Topraklarını savunan Alaüddevle Şâh İsmail'in gücü karşısında tutunamayarak Turna Dağına çekilmiş, ancak bir oğlu ile iki torunu Şâh İsmail'in eline geçmiş ve derhal öldürülmüşlerdi. (Yavuz'un dayısı ve iki dayı oğlu.) Yetmemiş Şâh İsmâil Maraş ve Elbistan'a girerek hanedân kabirleriyle birlikte bu iki şehri de yakıp geçmiştir. Giderken yaptığı alaycı yüzsüzlük ise topraklarını çiğnediği için Sûltân II. Bâyezid'e "Şanlı yüce babam" hitabıyla gönderdiği özür mektubu olmuştu.

Bu saldırı öncesi Sûltân II. Bayezid Hân Şâh İsmail'in Anadolu'ya doğru yaklaştığını görünce her ne kadar Dâmâd Yahya Paşa'yı 70 bin askerle Kayseri-Sivas arasında, Yavuz'un kardeşlerinden Konya Sancakbeyi Şehzâde Şehenşâh'ı 10 bin askerle Aksaray'da, Amasya Sancakbeyi Şehzâde Ahmed'i 12 bin askerle Amasya'da, Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşa'yı 23 bin askerle Çubuk Ovasında hazır kıt'a bekletse de katliamı engelleyememiş ve saldırıya geçememişti. Üstelik Dulkadiroğulları topraklarının kendisine ait olduğunu iddia ederek zaman zaman bu beyliğin iç işlerine karışan Memlük Devleti de sesini çıkaramamıştı. Yâni Safevîlere savaş açmaktan çekindiler.

Bu yüzden Şâh İsmâil'in bu patavatsızlığı kendisine büyük bir prestij kazandırmıştı. Şii propaganda etkisi Anadolu'yu da geçerek Rumeli'ne dayanmıştı. Ancak unuttuğu biri vardı; Şehzâde Yavuz Sûltân Selim. Bu durumu endişeyle izleyen Yavuz daha fazla dayanamadı. Bulunduğu Trabzon'dan hareket ederek dayısının oğlunu ve iki çocuğunu öldüren Şâh İsmâil'den bunun intikamını almak için İran topraklarına bir akın düzenledi.

Nihayet Azerbaycan toprakları üzerinden İran'a akın yapan Yavuz, karşısına çıkan Safevî Hânedânından Şâh İsmâil'in kardeşi Şehzâde İbrahim'in birliklerini feci şekilde bozarak, esir ettiği Şehzâde'yi de alarak Trabzon'a döndü. Yavuz böylece hem dayısının intikamını almış, hem de asker üzerinde büyük bir prestij kazanarak taht yolunu kendisine açmıştı.

Yavuz bununla da kalmadı. Akkoyunlu Devletini ortadan kaldırarak mirasına konan Şâh İsmâil'e bir ders de Anadolu'daki Akkoyunlu topraklarını kendisine bağlayarak verdi. Bayburt, Erzincan ve Kemâh'ı aldı. Yetmedi; İspir'le Kemâh, Gümüşhâne ile Çemişkezek arasındaki topraklara da el koydu.

Bu durum karşısında çılgına dönen Şâh İsmâil derhal bütün gücüyle Yavuz'un üzerine yürüdü. Hedefinde Yavuz'un el koyduğu toprakları ve kendisi için çok önemli olan stratejik Erzincan Kalesini geri almak vardı. Bir de yapabilirse kardeşi Şehzâde İbrâhim'i kurtaracaktı.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Şâh İsmâil'in ordusu henüz yoldayken, Yavuz askerlerini teyakkuz durumuna geçirmişti bile. Safevî Ordusunun Erzincan'ı hedef aldığını öğrenince yanına sonradan Kânûni olacak olan 12 yaşındaki oğlu Şehzâde Süleyman'ı da alarak hızla Safevî Ordusunun üzerine yürüdü. Ve bir gece baskınıyla Şâh İsmâil'i ve ordusunu feci şekilde bozdu. Şâh İsmâil gecenin karanlığında kaçmayı başardı.

Şâh İsmâil bu sefer de bileğini bükemediği Yavuz'u babası Sûltân II. Bâyezid Hân üzerinden dövmeye kalktı ve başarılı da oldu. Sûltân Bâyezid'e yazdığı tehditkâr mektubunda; Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan'ın kızının oğlu olduğu için Akkoyunlu Devletinin meşrû vârisi olduğunu, oğlu Yavuz Selim'in bu topraklara el koymaya hakkı olmadığını ve derhal kendisine iâde edilmesi gerektiğini bildirdi.

Yavuz'un; bu toprakları Atası Yıldırım Bâyezid tarafından 100 yıl öncesinden fethedildiğini dolayısıyla boşaltmayacağını söylemesine rağmen Divân-ı Hümâyûn Bayburt, İspir, Kemâh ve Erzincan'ı Safevîlerle savaş hâlinde olmadıklarını söyleyerek geri verilmesini Yavuz'a emretti. Yetmedi Sûltân II. Bâyezid Hân oğluna, "Sancağını muhafazayla meşgûl olup, ziyâdeye tecâvüz eylemeyesin" şeklinde ihtar dolu bir ferman gönderdi.