Ya bir köşede unuttuklarımız daha önemliyse!

Sanki her günü sürekli bir şeyleri ıskalıyoruz hissiyle yaşıyoruz. Belli ki o şeyler, yetişmek ve yetiştirmek için sürekli koşuşturma içinde olduğumuz şeyler arasında değil! Nedense hiçbirimiz kendimize bu hissin arkasında ne olduğunu, neden içimize peydahlandığı yerden hiçbir yere gitmediğini, neden sızlanmayı kesmediğini, neden yakamızı bırakmadığını sormuyoruz. Bununla yaşamaya kendimizi alıştırıyoruz; tıpkı kronikleşmiş rahatsızlıklarımızla, kalp ritmi problemleriyle, şeker nöbetleriyle, baş çatlatan sinüzit ağrılarıyla, mide ekşimeleriyle yaşamaya kendimizi alıştırdığımız gibi… Belki bu hissin nereden geldiğini ve neden hiçbir yere gitmeye yanaşmadığını gerçekten merak etsek, bu muammanın izini sürsek, bu sorunun peşine düşsek, bulacağımız şeyler bize şifalı gelecek, öteki kronik sıkıntılarımızı da -bir anda değilse bile zamanla- ortadan tek tek kaldırıverecek.

Garip ama gerçek, hayatımıza anlam katabilecek hemen her şey günlük hayatımız içinde önemsiz görüp yüzüne bakmadığımız şeylerin içine saklanıyor. Onları önemsiz görmemizin sebebi, çoğu zaman; başkalarının söyledikleri şeyler, artık yerleşiklik kazanacak kadar çok dolaşımda tutulan kimi yaklaşımlar, insan davranışlarına ve hayata dair kof inançlar, yaygınlaşmış yargılar, önyargılar, son yargılar... Hayatı başkalarının söylediklerinden, yargılarından, toplumsal ve medyatik kodlamalardan görmeye, bilmeye, anlamaya çalışanlar için, gerçekten anlamı olan hemen her şey, itildikleri tenhalarda bir gün kendi insanlarının onlara geri dönmesini bekliyor.

Marcus Aurelius, 'Kendime Düşünceler' isimli kitabında bugünün yaşayanlarının işitmesi çok elzem olan şeyler söylüyor: "Hiç kimse, her şeyin etrafında dolaşan ve şairin dediği gibi 'yerin altında ne olduğunu araştırandan', yalnızca kendi içindeki ilahi zekâya uymanın ve ona gerçek bir saygı göstermenin yeteceğini idrak edemeyip, etrafındakilerin yaşamlarını tahmin etmekle uğraşandan daha zavallı değildir."

Çoğumuz kendi hayatımızın yabancısıyız, çünkü yakından ve önem vererek baktığımız hiçbir yerde biz kendiliğimizle yokuz. Kendimizi hep başkalarının giyilmesini doğru gördüğü kıyafetler içinde görüyoruz; çünkü ancak böyle doğru, gerçek, kabul edilebilir ve geçerli bir 'birey' olabileceğimizi düşünüyoruz. Adeta bütün ömürlerimiz boyunca şekli şemaili başkalarınca belirlenmiş bir 'insan' tarifinin içini doldurmaya çalışıyoruz. Kendini ve hayatının kendine özgü hikayesini bir köşede unutan, bu acınası unutkanlığı bir insanî sızı, bir huzursuzluk hissi olarak adını koyamadan hep içinde taşıyan, buna karşılık içinde oluşan boşluğu doldurmak için hep gerçeği bulamayacağı yerlere, yani başkalarına, yani kendinin taşrasına yönelen bir insan, bir insanlık! Ne kadar acıklı bir hikâye bu! Yazık ki bizim hikâyemiz!