Ağaçlar bize sarılmaz mı

Bir şeye bizim baktığımızdan başka türlü bakılabileceğini gösteren şeylerden biri bizimkinden başka zihinlere düşen ifadelerdir. Bu gerçeği dünyanın her bir köşesinde kaleme alınmış milyonlarca farklı metinde rahatlıkla teşhis edebiliriz. Metinleri; yani şiirleri, hikayeleri, romanları, denemeleri, anlatıları biraz da bu yüzden okuruz, okumalıyız. Bir başkasından bakmak, bir başkasından görmek, bir başkasından anlamak, bir başkasından hissedebilmek için… Neden gerekli bu Tek bir bakışa, tek bir görüşe, tek bir anlayışa, tek bir hissedişe sabitlenmemek, iç dünyamızda tek bir insanın, yani sadece kendimizin zihinsel ve duygusal kapasitesine mahkum kalmamak, hayatı en dar haliyle yaşayıp gitmemek için… Yaradılışın sırlarından ve ilahi sanatın tezahürlerinden biri budur, birbirini besleyen, bütünleyen bu sonsuz zenginlik ve çeşitliliktir Allahualem. Varoluşumuzun (kendimizi var sanışımızın) bütün hikayesi buradan, insanlar arası bu farklılık, ayrılık ve benzemezlikten doğar. Kendimizle, birbirimizle, çevremizle, tabiatla, diğer canlılarla ve nesnelerle ilişkimiz, birbirinden daha önemsiz olmaksızın birbirine eklemlenerek bu büyük hikâyeyi tamamlar. Yaşadığımız her şeyin aynı zamanda şahidiyizdir. Hayatımızla anlattığımız her şey, bütün benzersizliği ve kendine özgülüğü içinde, bize anlatılan daha büyük bir hikâyenin parçası, cüzü, hücresi, pikselidir aynı zamanda.

"Ne yapıyorsun yahu, burada oturmuş boş bir bardakla mı konuşuyorsun" dedi yeni gelen. "Ne var ki bunda" dedi bir süredir orada olan, "bu bardak da benimle konuşmuyor mu sanıyorsun!"

"Sizinle insanlar arasında bir ortaklık kurulamıyor mu, nesnelere yakın olmayı deneyin! Nesneler sizi terk etmeyecektir. Henüz geceler durmaktadır yerinde; ağaçlarda esen, bir sürü ülkeyi gezip dolaşan rüzgarlar yerinde durmaktadır; nesneler ve hayvanlar dünyası çeşit çeşit olaylarla dolup taşıyor, bunların içinde yer alabilirsiniz pekâlâ" diye yazmış 'Genç Bir Şaire Mektuplar'ından birinde üstad Rainer Maria Rilke.

Wim Wenders'in 'Perfect Days'inde ana karakter Hirayama, her gün sabah kalkınca evindeki neredeyse her bir eşyayla tek tek temas kuruyor. Ya da belki şöyle söyleyebiliriz; evinde sadece her gün dokunabileceği kadar eşya var. Sonra evden çıkarken gökyüzüne bakıyor ve yeni güne bir mucizeye tanık olmuş gibi gülümsüyor. Gün içinde bir çok defa ağaçlara bakıyor, ağaçların ve gölgelerinin fotoğraflarını çekiyor, hepsini düzenli şekilde kutulara koyup saklıyor. Neyin arşivi bu Hayatın, içinden akan şeylerin, zamanın, günlerin, anların… Nerede ve neyin içinde yaşadığının farkında bir adam Hirayama. Bunun zenginliğini doyasıya yaşıyor. Bugün pek çoğumuza çok boş gelebilecek dopdolu bir hayatı var Hirayama'nın. Günü tüketmiyor, yaşıyor. Nefes alıp veriyor, nefes nefese kalmıyor, nefes darlığı çekmiyor. Aynı filmde ağaçlara sarılan bir adam daha var, yine bir çoğumuzun deli diyeceği türden bir adam. Ağaçlara sarılıyor ve belli ki ağaçlar da ona sarılıyor. Ağaçların ona sarıldığını onun gibi, onun gözüyle görebilseydik biz de keşke!