Zincirleri kırdık

1946 seçimlerinden beri, demokrasi ile idare ediliyoruz diye boşuna avunmuşuz.

1940'lı yılların özellikle ikinci yarısında, İsmet İnönü'nün ABD ile yapmış olduğu ikili anlaşmalarla ve bilahare NATO'ya girişimizle birlikte adeta ABD'nin uydusu olduk.

Özellikle savunma ve güvenlik konularında, bizim hiçbir şey yapmamıza gerek yoktu. Zira lazım olan ve olacak her şeyi ABD bize verecekti!

ABD'ye öylesine körü körüne güvendik ve bel bağladık ki, geleceğimizi ipotek altına aldıracak Milli Eğitim'imizin müfredatını bile ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve ABD'li uzmanlara havale etmiştik.

Kazın ayağının öyle olmadığını çok kısa sürede gördük ve halen daha da görmeye devam etmekteyiz. Bize her şeyi vereceğini vadeden ABD, bir şey vermediği gibi, bunları elde etmek için, yapmamızı da engelledi.

Böyle yapmakla, açıkça şunu söyledi ve hatta ihtar etti! "Sen, bağımsız ve bağlantısız bir ülke değilsin, benim uydum olan bir ülkesin. Kendin silah üretemezsin; benim veya NATO'nun verdiği silahları da kullanamazsın!"

strong class'read-more-detail'Haberin Devamı

Nitekim en lazım olduğu yerde (Kıbrıs Barış Harekâtı'nda) kullandırtmadı. O gün bugündür terörle yaptığımız mücadelede de gerekli silah ve mühimmatı vermedi, kendimiz yapmaya kalktığımızda ise, hem kendisi ambargo uyguladı ve hem de başkalarına ambargo koydurdu.

Özetle; ABD ile 'Böyle dost düşman başına!' diyebileceğimiz bir süreç yaşadık ve yaşamaya devam etmekteyiz.

Vesayet sargısından çıkmak isteyen başbakanların başlarına olmadık belalar açıldı; kimi darağacında sallandırıldı (Menderes), kimi makamından alaşağı edildi (Demirel), kimisine de siyaset ve dünya dar edildi (Erbakan).

Türkiye'nin kalkınması ve kalkınmış ülkeler arasında yerini alması için, ayağındaki bu prangalardan kurtulması şarttı.